Başbuğluk Sistemine Hayır!

–Şadi Ozansü

Artık herkes tarafından çok açık bir şekilde görülüyor ki 7 Haziran 2015 Milletvekili Genel Seçimlerinin “Parlamenter sistem”den  “Başkanlık Sistemi”ne geçiş dışında hiçbir önemi kalmamıştır. Ama bu olası geçişin kendisi bile, bu seçimleri 12 Eylül 1980’den bu yana gerçekleşen bütün seçimlerden farklı, önemli ve “tehlikeli” kılmaya yetiyor. Kuşkusuz Türkiye’nin son dönem tarihine damgasını vurup bugünlere gelmemize neden olan 2010 Referandumudur. Bu referandumun solda Tayyip Erdoğan’ın teşekkürüne mazhar olmuş kesimleri “Yetmez ama Evet!” diyenlerdir. Boykot savunucuları da maalesef onların bu haince tavrına açık kapı bırakmışlardır. Bir sözde CHP/MHP hükümetini önleme adına referandumda “Hayır” diyemeyenler Tayyip Erdoğan’ın ülkeyi kaos ortamına sürüklemesinin suç ortakları olmuşlardır. Kaldı ki bu referandumun sonuçları Türkiye’de “her düzeyde gericileşme”nin de yolunu alabildiğine açmış; kaldığı kadarıyla cumhuriyetin, laikliğin, demokrasinin çanına ot tıkamış ve tabii bütün bunların sonucu olarak da işçi sınıfının mücadelesinin yaslanabileceği neredeyse en geri zemine çekilmesine sebep olmuştur.  Bütün bunlar, emperyalizmin uluslararası politikalarıyla olduğu kadar bölgesel politikalarıyla da son derece uyumlu gelişmeler olduğundan şaşırtıcı hiçbir yanları bulunmamaktadır. Zaten Avrupa’nın göbeğinde (Ukrayna) ABD destekli AB emperyalizminin yerel faşist güçleri tepeden tırnağa silahlandırarak gerçekleştirdiği ve daha şimdiden 6 bin kişinin ölümüne neden olan savaş, gene ABD destekli AKP hükümetinin Suriye’de 200 bin kişinin hayatını kaybedip milyonlarcasının yurtlarını terk edip komşu ülkelere göç etmesine neden olan iç kaostan ne kadar ayrı düşünülebilir ki?

Dünyadaki bütün Başkanlık Sistemleri gericidir!

Dünyada gerek emperyalist ülkelerdeki gerekse bağımlı ülkelerdeki bütün Başkanlık ya da yarı Başkanlık sistemleri gerici sistemlerdir ve çürüyen kapitalizmin halk egemenliğine ambargo koymaya çalışmasının ürünüdürler. Bir burjuva düzeninde başkanların diktatoryal eğilimlerini sınırlayacak her türlü emniyet supabının varlığı bile bu sistemlerin anti-demokratikliğini ortadan kaldırmaya yetmez. Zaten bu yüzdendir ki Türkiye’de, bırakalım Başkanlık Sistemini, Cumhurbaşkanlığı müessesesini dahi fuzuli ve pahalı gördüğümüzden Meclis Başkanının devleti temsil etmesinin yeterli olacağı görüşündeyiz ve bunu daha önce de açıkça belirttik.

Emperyalizm Türkiye’de Başkanlık Sistemine karşı değil!

Türkiye’de “sol” hareketin azımsanmayacak bir kesiminin söz gelimi Avrupa “demokrasisi”nin aslında işçi sınıfının yüzyıllarca burjuvaziye karşı sürdürdüğü ve halen de sürdürmekte olduğu mücadelenin bir ürünü olduğunu görmeyip, aslında bir yanıyla emperyalist burjuvazinin de her zaman arzuladığı bir rejim olduğunu sandıklarını ve bu yüzden de “emperyalizm”in eleştirilmesinden bile vebadan kaçar gibi kaçtıklarını biliyoruz. Oysa kapitalistler için burjuva demokrasisi diğer burjuva rejimi türlerine göre (faşizm, Bonapartizm, askeri diktatörlük vb.) çok daha ucuz olduğu için (yani kitleler kapitalizmi oylarıyla onayladıkları sürece) tercih edilen bir rejimdir ve kesinlikle kriz dönemlerinde tercih edilmez. Günümüz Türkiye’sinde de 12 Eylül yüzünden hadım edilmiş şekliyle bile varlığını sürdüren parlamenter rejimin yerini Başkanlık rejiminin, Tayyip Erdoğan’ın deyimiyle “Başbuğluk sistemi”nin alması, emperyalizm açısından hiç de endişe verici bir durum değildir. Kaldı ki Türkiye’de eğer burjuvazi bugün Başkanlık Sistemine karşı gibi duruyorsa, bunun nedenini doğrudan Tayyip Erdoğan’ın şahsında aramak gerekir. Bir başka ifadeyle emperyalizmin hizmetindeki Türkiye burjuvazisi Abdullah Gül ya da Bülent Arınç’ın başında olacakları bir Başkanlık Sistemine karşı olmayacakları gibi, muhalefet partileri de buna itiraz etmeyeceklerdir.

Oysa ki Başkanlık Sistemi siyasi partilere son vermek içindir!

Eğer 7 Haziran 2015 seçimlerinden sonra AKP mevcut anayasayı Başkanlık Sistemi doğrultusunda değiştirecek sayısal çoğunluğu elde ederse, bu demektir ki seçilmiş olan meclis “boş”a düşecektir. Şu ya da bu partiden seçilmiş olan vekillerin –ki buna AKP’liler de dahildir- hiçbir anlamları kalmayacaktır. İşte bu yüzden seçilecek milletvekillerinin öneminin yeni anayasaya onay verip vermemek konusundaki tutumlarına göre anlam kazanacağını söyleyegeldik. Tayyip Erdoğan’ın arzuladığı yeni anayasaya oy vermeyecek milletvekilleri işçi sınıfının mücadelesi ve halk egemenliği açısından önem taşıyacak, diğerleri ülkenin kaosa sürüklenmesinin araçları olacaklardır. Erdoğan’ın hesabı, hep söylüyoruz; bu meclisin yüzde 10 barajıyla seçilmiş bütün vekillerini Saray’ının 1000 odasına yerleştirmekten ibarettir.

Erdoğan’ın 2013 Haziran İsyanından duyduğu korku

Evet, Tayyip Erdoğan; Haziran İsyanından duyduğu korku yüzünden çevik kuvvet polisini geçmişe göre olağanüstü silahlarla teçhizatlandırmış, elindeki nispeten küçük TOMA’ları çok daha büyükleriyle yenilemiş, nereden geldikleri belli olmayan sivil polislerin sayısını neredeyse kitlesel vurucu güç örgütlenmesi yaparcasına arttırmış ve bu arada TSK’yı da olabildiğince denetim altına almıştır. Anlaşılan o ki, Erdoğan sadece 2013 Haziran İsyanından korkmamış ama aynı zamanda Mısır’da kardeşi Mursi yönetiminin 35 milyon insanın sokağa dökülmesi sonucu devrilmesinden dolayı da paniğe kapılmıştır. Çünkü aldığı tedbirler, Türkiye’deki olası gelişmeler kadar Ortadoğu’daki gelişmelere karşı da alınmış tedbirlerdir. Hükümetin IŞİD’e, El Nusra’ya ve El Kaide benzeri taşeron örgütlere verdiği destek onun Türkiye içi kaosa verdiği önemden kaynaklanıyor.

Örgütlü işçi sınıfının katılmadığı Haziran İsyanı yenilmiştir!

Kimi siyasal eleştirmenler Haziran İsyanının başarısızlıkla sonuçlanmasının nedenini bu hareketin Kürt hareketiyle rezonansa girememesine dayandırıyorlar. Bu yüzeysel bir gözlemdir ve gerçeğin sadece bir yanını vurguluyor. Yenilginin esas sebebi işçi hareketinin başsız oluşu ve edilgenliğiyle AKP’ye destek olmuş olmasıdır. Türkiye’de çok değil 90’lı yılların başlarındaki işçi sınıfı örgütlülüğü söz konusu olsaydı Erdoğan Hükümetinin olayın seyri içinde bir hafta bile dayanması mümkün olamazdı. Yani böyle bir durumda Kürt hareketinin olduğu mevzide durması bile AKP Hükümetinin yıkılmasına neden olurdu. Çünkü eğer örgütlü işçi sınıfı bir kenara bırakılırsa zaten gençler, örgütleri olmaksızın işçiler ve kent yoksulları yapabileceklerinin azamisini yapmışlar ve bununla bile AKP Hükümetini titretmişlerdi.

 Şimdi güçler dengesi sınıf güçlerinin aleyhine gibi… Ama

8 ila 10 milyon genç, işçi ve kent yoksulunun sokaklara döküldüğü Haziran İsyanının bir benzerini beklemek yanlıştır. Artık Türkiye’yi bundan çok daha büyük bir isyan bekliyor. Ama bu isyanın da gerçekleşebilmesi için Türkiye işçi sınıfının geniş kesimlerinin devreye sokulması bir zorunluluktur. Aksi takdirde Irak’ta, Suriye’de ve Libya’da emperyalizm ve hempaları tarafından hayata geçirilen kaos ortamı başını alıp gidecek ve sonu belirsiz ufuklara yelken açılacaktır. Türkiye’nin her şeyden önce çok uzun olmayan bir zamanda nispeten kitleselleşecek bir işçi sınıfı örgütlenmesine ihtiyacı vardır. İşçi sınıfının bağımsız siyasal ve ekonomik örgütlenmesinin yolunun açılmasının önündeki bütün engellerin yıkılması irili ufaklı işçi örgütlerinin temel görevidir. Bu yüzden Tayyip Erdoğan’ın Başbuğluk Sistemi olarak adlandırdığı Başkanlık Sistemine karşı mücadele bütün işçi sınıfı yapılarının ve yandaşlarının acil görevidir.

60’lı yılların TİP’inin daha gelişkinini yaratmak mümkün

Başkanlık Sistemine karşı mücadelede birlikte hareket edecek bir dizi irili ufaklı sınıf örgütlenmesi ve az sayıda da olsa sınıf sendikası kendi varlıklarını çok aşan bir bağımsız sınıf partisi inşasının yolunu pekâlâ açabilirler. Koşullar bunun için fazlasıyla müsaittir. Yeter ki bu yolda atılacak adımlar için birleşik bir irade olsun!

Emperyalizme karşı, laiklik, cumhuriyet, demokrasi ve eşit yurttaşlık yolunu açacak egemen bir Kurucu Mecliste üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet rejimine son vermek için mücadele edecek bir devrimci işçi partisini yaratacak kitlesel ve bağımsız bir işçi partisinin inşası için ileri!