Her İkisinin de Can Düşmanı Cumhuriyet Rejimi

Erdoğan/Davutoğlu ikilisi de, Fethullah Gülen de, varlıklarının can düşmanı olarak Cumhuriyet’i görüyorlar. Biri yıkım tarihini bile veriyor: 100. Yıl, yani 1923! TBMM’nin ve Topkapı Sarayı’nın yerine yaptırttığı garabet abidesi o yolda atılmış en sembolik adımlardan biri. Diğeri Erdoğan’ın kadrolu ve kadrosuz taraftarlarını ancak beddualarla korkutacağının farkında olan Hoca Efendi.  Beddualarını Zeus’un ateşi gibi savurdukça Bülent beyle Abdülkadir beylerin ve tabii benzerlerinin dizlerinin bağları çözülüveriyor. Hiçbir dünyevi eleştiriden etkilenmeyen bu insanlar, “Cehennemde cayır cayır yanacaksınız!” bedduası karşısında panikleyip ne tavır alacaklarını şaşırıyorlar. İşte 2015 yılında nihai olarak Türkiye burjuvazisinin ve dolayısıyla emperyalizmin hizmetindeki kampın Türkiye’deki iktidar mücadelesinin dışavurumu.

O zaman, “Bırakalım birbirlerini yesinler” tavrı doğru mu?

Doğru değil. Çünkü böyle tavır alındığında “Onlar kendi aralarında ne yaparlarsa yapsınlar bizim bu taraklarda bezimiz yok” demiş olursunuz. Birbirlerini yemelerinden rahatsız olunacağından değil, herhangi bir iktidar perspektifine sahip olunmadığından. Sonuç itibariyle Türkiye daha bundan çok değil 1,5 yıl önce Haziran İsyanını yaşamış bir ülke. Örgütlü işçi sınıfının neredeyse hiç katılmadığı, ama buna rağmen iktidarı gasp etmiş devlet ihalesi zengini mafya bozuntularının tir tir titremesine yol açmış bir isyanın ülkesi. Önümüzde dişlerini göstermeye başlayan ekonomik krizi de dikkate aldığınızda, o isyanın kitlesine katılıp onun başını alabilecek işçi sınıfı mücadelelerinin giderek pıtrak gibi boy vermeye başladığını gözlemlediğinizde, AKP hükümetinin aldığı hiçbir polisiye önlemin dev kitle mücadelelerini frenlemeye gücünün yetmeyeceğini görmek için kâhin olmaya gerek yok. O zaman, mevcut durumda hükümetin hizmetindeki işçi sendikalarının korporatist yönelimlerine rağmen, Türkiye işçi sınıfının dünyanın bütün işçi sınıfları gibi her an patlayabileceğine hazır olmak gerekir.  Bu durumda da “bırakalım birbirlerini yesinler” demenin edilgenliğinde yaşamanın manasızlığı daha da çarpıcı hâle gelir.

Cumhuriyet yıkıcılarının ne legaline ne illegaline yan çıkmak

Ortada cumhuriyet, laiklik ve demokrasi düşmanı bir kamp var ve bu kamp ikiye bölünmüş durumda.  Biri legal, diğeri illegal. Ne demokrasi adına Gülen’e destek verilir ne de millicilik adına AKP’ye. Bu kampın cumhuriyet ve laiklik karşıtlığı herkesin malûmu. Demokrasi meselesindeyse oynuyorlar. Erdoğan/Davutoğlu ikilisi “milli iradenin üstünlüğü” yalanına yaslanarak 12 Eylül rejiminin yüzde 10’luk seçim barajını kıskançlıkla koruyor. Onların “demokrasisi” 12 Eylül demokrasisi. Şimdi bu koşullar altında birtakım köşe yazarlarının ya da “aydınların” AKP hükümetini demokrasiye davet etmeleri eğer inanılması güç bir safdillik değilse, Türkiye’nin AB sürecinden kopmasından duydukları korkunun ötesine geçemez. Ya da bu, AKP’yi demokrasinin en büyük düşmanlarına, yani Avrupa’nın ve ABD’nin emperyalist burjuvazisine şikâyet etmektir. Oysa ki, AKP demokrasiden zerre kadar nasibini almamış bir parti olsa da dünyanın dört bir tarafını bombalayarak ya da bombalatarak milyonları katleden ABD ve AB emperyalist burjuvazilerinin eline su dökemez.

Hâlâ demokrasinin ne olup ne olmadığını mı tartışacağız?

Yüzlerce köşe yazarı veya binlerce aydının demokrasi konusunda hükümete itidal çağrısı yapmalarının hâlâ önemini mi tartışmak zorunda kalıyoruz? Bu sayın baylar ve bayanlar bilmeliler ki, ezilen sınıfların en ufak bir kitlesel eylemi ya da sokak gösterisi bile en çok bedduadan rahatsız olan bu hükümeti onların imzalarından daha fazla geriletir. Nitekim AKP’nin yıllarca yasakladığı toplantı ve gösteri yürüyüşleri hakkını 2013 Haziranında bizzat sokak eylemleri elde etmedi mi? Demokrasi; gazetelere ilânlar vererek, hele de demokrasi düşmanlarının “hakları”nı savunarak güçlenmez. Haziran İsyanını lânetleyen Fethullah Efendi’nin Cemaatinin demokrasi talebi olamayacağı gibi, bu talebi dillendirmek de işçi sınıfının ya da işçi sınıfı yandaşı olduğunu ifade eden aydınların üzerine vazife değildir. İşçi sınıfının diliyle konuşmak gerekirse, “bir grev sırasında grev kırıcıya söz hakkı ve demokrasi verilemez!”.

Aynı şekilde, “emperyalizmin hizmetindeki Cemaat” ile “emperyalizmle çelişkiye girmiş bir hükümet” arasındaki çatışmada daha “millici” olduğu gerekçesiyle AKP hükümetinin yanında saf tutmak da bir o kadar yanlış bir politikadır. İlkin şunu ifade etmek gerekir ki, özellikle ABD emperyalizmi açısından şu an bu kampın iki kanadından biri yanında saf tutmak söz konusu değildir. Tam tersine ABD kime daha fazla burnu havada yaklaşırsa onun nezdinde daha itibarlı hâle geldiğinin farkındadır. Üstelik bu sadece AKP ile Cemaat arasındaki çatışmada değil, bütün siyasi partilerle ilişkisinde böyledir.  Cemaat ABD ile çatışma içinde olmadığı gibi AKP de değildir. Kuşkusuz bu durum yarın öbür gün değişiklik gösterebilir. Ama şunu unutmayalım, Türkiye’nin parlamentoda temsil edilen siyasi partileri ABD emperyalizmine karşı tavır almaz, ABD emperyalizmi böyle tavır alır ve bunun sonucunda da AKP veya diğerleri ABD’ye karşı tavır almaya itilebilirler. Saddam ve Kaddafi bunun yalın örnekleridir: ABD Saddam’ı yıllarca İran’a karşı desteklemiş, Kuveyt’e işgale kışkırtmış ve sonrasında da “düşman” ilân edince Saddam’dan tepki görmüştür. Kaddafi de Fransız emperyalizmiyle çok içli dışlıyken onun saldırısına uğradığı için Fransız emperyalizmine karşı savaşmak zorunda kalmıştır. Gene de bugün için Türkiye’de böyle bir durum henüz söz konusu değildir. Hükümet dahil bütün siyasal yapılar ve cemaat ABD’ye biat etmiş durumdadır.

Egemen bir kurucu meclis için!

İşçi sınıfının bağımsız ve kitlesel işçi partisinin inşası için!

İşçi sınıfının sendikal örgütlerinin hükümetten ve devletten bağımsızlığı için!

Siyasal demokrasinin fethi için!