Ukrayna sorununun tarihi kökleri

Tarihi belge: 1923 yılı Bolşevik Partisi 13. Kongresinde ulusal sorun üzerine Rakovski’nin konuşması. Ulusal sorunda Leninist politikadan nasıl vazgeçildi?

Bolşevik Partisi ve Ulusal Sorun

(Nisan 1923)

— Khrıstiyan Rakovski1

Bir süredir yarı felç vaziyetinde hasta yatağına çakılmış bulunan Lenin, 1922 yılının aralık ayından itibaren Sovyet Rusya’daki diğer milliyetler üzerinde baskı uygulayan ve sözcülüğünü Stalin’in yaptığı Rus milliyetçiliğine karşı savaş açtı. Milliyetler meselesi Rus Komünist Partisinin XIII, Kongresinde tartışmaya açıldı ve Rakovski soruna bodoslama giren az sayıdaki Bolşevikten biri oldu. Troçki, Lenin’nin kendisine özel olarak 5 Mart tarihinde ilettirdiği “size gönderdiğim bu mektuptaki görüşlere dayanarak parti kongresinde bu sapmaya karşı kesin bir mücadeleyi birlikte yürütmeliyiz” şeklindeki Stalin’e yönelik tehditkâr imalarını Kongrede dile getirmekle birlikte, bu “sapma” konusunda fazla duyarlılık göstermedi. Troçki’nin bu tavrını fırsat bilen Stalin ise işi Lenin’le alay etmeye kadar götürüp şöyle dedi: “Unuttu. Zaten son zamanlarda çok şey unutuyordu(…) Birliğin anayasası üzerine Ekim Plenumunda kabul edilmiş kararı da unutmuştu!” Troçki’nin Lenin’in kendisine yazmış olduğu mektuptan yaptığı göndermeyi de alaya alıp şöyle dedi: “Bu konuda Lenin’in bana yapmış olduğu göndermeye değinmeyeceğim, çünkü Vladimir İlyiç burada değil ve yanıldığım takdirde beni yalanlayacak bir durumda da değil”2 Stalin, Kongrenin tam katılımlı oturumunda bu alaycı tavrını sürdürdü ve Lenin’in kendisine karşı desteklemeyi amaçladığı yalıtılmış eski Gürcü komünist yöneticilerini gene suçladı. Troçki o sırada, Stalin’le vardığı uzlaşmayı haklı göstermenin gerekçesi olarak olayın üstüne gitmediğini çok sonra “partinin yönetici grubunun bağrında gerçekleşecek her sert çatışmanın parti içinde ölmekte olan bir insanın mirasının aceleyle paylaşılması olarak algılanmasından duyduğu kaygı”3 olduğunu belirtirken, öteki bu uzlaşmadan bir an evvel kurtulup işin üstünde tepinmeye başlamıştı bile.

Aşağıda okuyacağınız neredeyse günümüzden yaklaşık bir asır öncesine ait hasıraltı edilmiş bu belge günümüze dahi ışık tutması açısından çok öğretici. Her şeyden önce UKKTH’nın (Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı) çiğnenmesinin vahim sonuçlarının hem Sovyetler Birliği’nde hem de SBKP’ye bağlı-tabii ÇKP’ye de- çeşitli ülke komünist partilerinin politikalarında yol açtığı bugün dahi devam eden tedavisi imkansız tahribat nedeniyle.

Devamı
  1. 1873 Romanya doğumlu Marksist. Esas adı Crastyu Racovski. Romanya, Fransa, İngiltere, Almanya, Bulgaristan, İtalya, İsviçre, Rusya ve Ukrayna’da ihtilalci faaliyet yürüttü. Rosa Luxemburg, Engels, Liebknecht’ler (baba ve oğul) ile genç yaşta tanıştı. Lenin ve Troçki’nin yakın arkadaşı. 1919’da Ukrayna Halk Komiserleri Konseyi Başkanı, Bolşevik Parti Merkez Komite üyesi, Kızıl Ordu Siyasi Komiserleri Başkanı, 3. Enternasyonal Yürütme Kurulu üyesi. Sovyetler Birliği’nde Sol Muhalefet üyesi. Stalin’in özellikle ulusal sorun üzerine yaklaşımlarını şiddetle eleştirdi. Sovyet bürokrasisinin gelişimini eleştirel bir analize tabi tuttu. 1941 yılında hapiste tutulduğu Sovyetler Birliği’nde Stalin’in gizli polisi NKVD tarafından kurşuna dizilerek öldürüldü. []
  2. İzvestia TsK KPSS, Sayı 4, nisan 1991, s. 169-171 []
  3. Gorizont, Sayı 6, haziran 1990, s.49 []

Amerika’nın Ukrayna Savaşına HAYIR! NATO Defol!

IV. Enternasyonal’in Yeniden Teşkili için Örgütlenme Komitesi’nin (OCRFI, DEYTÖK) deklarasyonu

2022 yılına Avrupa’nın göbeğinde emperyalizmin bir savaşa yürüyüş hamlesiyle giriyoruz.

Rusya ile Ukrayna arasındaki sınırın her iki yanında da nükleer silah sahibi iki büyük gücü, yani ABD ile Rusya’yı, yarın öbür gün bir sıcak çatışmaya sürükleyebilecek devasa askeri kuvvetler konuşlanmış durumda.

Avrupa kıtasında 1945 yılından bu yana benzeri görülmemiş bir askeri tırmanışın sorumlusu emperyalizm ve esas olarak da Amerikan emperyalizmidir.

Devamı

Filistin Halkının Katledilmesi Durdurulsun!

IV. Enternasyonal’in Yeniden Teşkili için Örgütlenme Komitesi’nin (OCRFI, DEYTÖK) Bildirisi

Filistin halkının uğradığı felaketin insanlık olarak bugün tanık olduğumuz son perdesi son yetmiş beş yılda meydana gelmiş olan olaylarla süreklilik içerisindedir.

Filistin halkının yaşadığı felaket Britanya emperyalizmi, Amerikan emperyalizmi ve SSCB’deki Stalinist bürokrasinin karşıdevrimci ittifakının sonucudur. Bu ittifak dünya düzenini korunmak adına Tarihsel Filistin’in bölünmesini sağlamış, 29 Kasım 1947 tarihli BM 181 sayılı kararı bu bölünmenin mührünü teşkil etmiştir. Bu karar Filistin halkının kendi kaderini özgürce belirlemesi hakkını inkâr eden bir karardır. Filistin toprağını iki devlete ayırma iddiasında olan bir karardır. Tabii bu iki devletten biri olması gereken “Arap Devleti” hiç gün yüzü görmemiştir.

Camp David’ ten 1993 Oslo Anlaşmaları’na kadar uzayan sözde “barış planları” da Filistin halkının kendi kaderini tayin hakkının inkârı üzerine temellenmişti. Birleşmiş Milletler örgütünün Güvenlik Konseyi bugün yine Filistin halkının günümüzde uğradığı saldırının üzerini örtüyor. İşte bu yüzden de, “Sosyalist“ Enternasyonalin ve eski Stalinci partilerin “uluslararası hukuka” veya “BM kararlarına” çağrı yapmaları gülünçtür. Zira Filistin halkının karşı karşıya kaldığı bu felaket bizzat Büyük Güçlerin  bu “uluslararası hukukunun” ve BM kararlarının ürünüdür.

İsrail devletinin Kudüs’teki Şeyh Cerrah mahallesinden sürmekte olduğu ailelerin tümünün 1948’de Yafa ve Hayfa’dan sürülmüş ve oraya yerleştirilmiş aileler olması önemlidir. Filistinli mücadelecilerin yazdığı gibi: “Şeyh Cerrah trajedisi tüm Filistin’in 1948’den beri süregelen trajedisini özetliyor.” Haklılar: Siyonizmin mantığı Filistin halkını topraklarından kovmak, varlıklarını inkar etmek ve ulusal hakları için ayağa kalkan tüm Filistinlileri kanda boğmak üzerine kuruludur.

Netanyahu bu politikaları kendinden önce gelenlerden daha ileri götürmeye çalışıyor olsa da İsrail devletinin bugün yürüttüğü politikalar Netanyahu’ya özgü değildir. Bu politikalar tam da 1948’de Nakba ile 850.000 Filistinlinin kendi şehirlerinden, köylerinden sürülmesi temelinde kurulmuş olan bu devletin doğasından kaynaklanmaktadır. Bu sömürgeci, teokratik bir devlettir; kuruluşundan bu yana Filistin halkına karşı ayrımcılık üzerine ve bu halkın yerinden sürülmesi üzerine inşa edilmiştir. Marksistler açısından Siyonizm her zaman Avrupa’daki ezilen Yahudiler arasındaki gerici bir azınlık akımı olmuştur; eşit haklar için demokrasi mücadelesine sırt çevirmiş olan bir akım. 1945 yılının ardından Nazi rejiminin 6 milyon Yahudiyi imha etmiş olması trajedisini ikiyüzlüce kullanarak Ortadoğu’daki emperyalist politikanın bir aygıtı haline gelmiştir. Çoğu durumda da kendi istekleri hilafına Filistin’e göç etmeye itilen Yahudi nüfus için bir “ölüm tuzağı” olarak İsrail devleti her aşamada biraz daha emperyalizmin, özellikle de ABD emperyalizminin yardımcı bir aygıtı haline gelmiştir. Tüm dünya İsrail devletinin mevcut politikalarını ABD fonları ve ABD silahları olmadan sürdüremeyeceğini biliyor – yılda 3,8 milyar dolar askeri yardım ve 8 milyar dolar kredi güvencesi. İsrail devleti her gün daha fazla ABD emperyalizminin Ortadoğu’daki ileri karakolu görevini görmektedir. Bu nedenle de diğer pek çok konuda olduğu gibi bu konuda da Biden yönetiminin Trump’ın dış politikası ile aynı çizgide olması şaşırtıcı değildir. Trump Kudüs’ü İsrail devletinin başkenti ilan etmişti; Biden da aynı fikirdedir, sömürgeci-yerleşimci İsrail devletinin tüm destekçilerinin eskimiş nakaratını tekrarlayarak “İsrail devletinin kendini savunma hakkı olduğunu” açıklamaktadır. Netahyahu da bu politika doğrultusunda fanatik yerleşimcilere dayanarak Kudüs’ün “etnik temizliğini” yürütmektedir. Biden’a bu çabalarında tüm emperyalist hükümetler de destek olmaktadır. Fransa’da Macron, Almanya’da Merkel, İngiltere’de Johnson vb. – ve her zamanki gibi saldırganlarla kurbanları aynı kefeye koyan Avrupa Komisyonu. Son birkaç saattir Merkel ve Macron hükümetleri Filistin halkı ile her türlü dayanışma gösterisini yasaklamak üzere adımlar atmışlardır. Filistin halkının trajedisi Arap Birliği’ni ve bölgedeki istisnasız tüm rejimleri de suç üstünde yakalamaktadır. Körfezin petrol monarşilerinden “Arap milliyetçisi” rejimlere kadar tümü, Filistin devrimine karşı kendi rollerini oynamaktadırlar. Bunlara Filistinli mültecilere karşı ayrımcılık yapan Lübnan rejimi, Gazze’ye uygulanan ambargonun kilit taşı olan Mısır’daki kana susamış Sisi rejimi, Körfez monarşileri, son dönemde diplomatik ilişkilerde getirdiği “normalleşme” ile aslında süregelen bağları resmileştirmekte olan Fas krallığı dâhildir. Geçmişteki ve bugünkü söylemleri ne olursa olsun bu rejimler hiçbir zaman Filistin halkı ile müttefik olmamışlardır; aksine onların cellâtları olarak davranmışlardır. Filistin halkı 1948’den bu yana mücadelelerine damga vuran ihanetlere ve trajedilere karşın hiçbir zaman ulusal haklarından vazgeçmemiştir. Abluka altındaki Gazze’den yerleşimlerle bölünmüş Batı Şeria’ya, Kudüs’teki mülteci kamplarından “1948 bölgelerindeki” Hayfa’daki, Umm Al-Fahm’daki, Lid’deki ve diğer yerlerdeki Filistinlilerin ayaklanmasına kadar Filistin halkı bir kez daha birliğini ve ulusal ve demokratik özlemlerini gerçekleştirmek üzere tarihi mücadelesini ortaya koyuyor. Özlemleri Irkçı Devletin, küresel emperyalizmin ve ona tabi yoz rejimlerin duvarlarına çarptığı için Filistin halkı ittifaklarını sadece uluslararası işçi sınıfında ve ezilen halklarda bulabilir. Ancak üretim araçlarının özel mülkiyetine dayalı rejimin sürdürülmesinden doğan barbarlıkla karşı karşıya olan bu kesimlerde kendisine dost bulabilir. Bu nedenle tüm dünyada işçi örgütlerinin sorumluluğu koşulsuz olarak Filistin halkının yanında yer almaktır. Son dönemlerde –azınlıkta da olsa- İsrail’in Yahudi nüfusu içerisinden Filistin halkının katledilmesine karşı güçlü sesler çıkmıştır. Bunlardan biri meşhur insan hakları savunucusu dernek B’tselem olmuştur, açıklaması şöyledir: “Ürdün nehri ile Akdeniz arasında: Yaşanan Irkçılıktır” Bir diğer örnek ise İsrail ordusunda hizmet vermeyi reddeden 60 genç lise öğrencisidir, şu açıklamayı yapmışlardır: “Bizden kana bulanmış bir üniformayı giymemiz isteniyor. Nakba ve işgal ile İsrail toplumu çürük temellerde kurulmuştur ve bu yaşamımızın her alanında yansımasını bulmaktadır: ırkçılık, siyasal nefret dili, polis şiddeti.” Bu yazı yazılırken bir “iç savaş” tehdidinden bahseden İsrail liderleri Gazze Şeridi’ne yönelik olarak süren acımasız hava saldırılarına ilave olarak yeni bir büyük kara saldırısına hazırlanıyorlar. Her zamankinden de fazla mümkün olan tek çözüm, kuruluş kongresinde Filistin ulusal hareketinin formüle etmiş olduğu çözüm, yani tek, laik ve demokratik bir Filistin devletinin tüm tarihsel Filistin bölgesinde kurulması ve inançları veya kökenleri ne olursa olsun bütün vatandaşlarına eşit hakların teminatını vermesidir. Ne yazık ki hareket daha sonra “barış anlaşmaları” adı verilen süreçte bu çözüm formülünü “geçersiz” ilan ederek terk etmiştir. IV. Enternasyonal’in Yeniden Teşkili için Örgütlenme Komitesi (DEYTÖK) tüm örgütlerini ve militanlarını kendi görüşlerini ortak eylem için önkoşul olarak öne sürmeksizin tüm dünyada Filistin halkının katledilmesinin derhal durdurulması talebi ile yapılacak gösterilere katılmaya ve şu sloganları yükseltmeye çağırır:

  • Filistinli göstericilere yönelik baskı derhal durdurulsun!
  • Gazze’nin bombalanması derhal durdurulsun!
  • Kara harekatına hayır!
  • Filistinlilerin Şeyh Cerrah mahallesinden sürülmeleri derhal durdurulsun!
  • Filistin halkına özgürlük!
  • Tüm mülteciler için geri dönüş hakkı!

14 Mayıs 2021

Avrupa İşçi Konferansı Sonuç Metni

Paris, 12-13 Mayıs 2018

Maastricht Antlaşması’nın imzalanmasından 25 yıl sonra biz, işçiler1, gençlik ve işçi hareketi militanları Belarus, Belçika, İngiltere, Fransa, Almanya, Yunanistan, Macaristan, İrlanda, İtalya, Makedonya, Portekiz, Romanya, Sırbistan, İspanya, İsviçre ve Türkiye’den gelerek Paris’te 12-13 Mayıs 2018 tarihlerinde toplandık ve Fransa, Almanya ve İtalya’dan gelen çağrıya cevap verdik.

Devamı

  1. Yaşamak için işgücünü satmak zorunda olan tüm işçiler, yani kol ve kafa emeğiyle ücretli çalışanlar, işleri elinden alınmış aktif ve emekli işçiler, eğitim alan genç işçiler. []

Bu bir erken seçim değil her tür demokrasiyi ortadan kaldırma kararıdır!

Devlet Bahçeli’nin Tayyip Erdoğan’la aldığı 26 Ağustos 2018’de erken seçim önerisinin sözde 30 dakikalık bir görüşmeyle 24 Haziran 2018 tarihine çekilmesi kararı, bütün açıklığıyla bu kararın daha önceden danışıklı olarak alınmış olduğunu gösteriyor. Üstelik bu kararın gerekçesi olarak ileri sürülen görüşler özrü kabahatinden büyük dedirten türden.

Evet Bahçeli, Erdoğan’ın da kendisiyle aynı görüşte olduğunu ifade ettiği bir gerçeği avazı çıktığı kadar haykırıyor: “Bu işi bir an evvel bitirelim ve kurtulalım şu seçim belasından!” Yani Türkiye’deki mevcut iktidar bloku bırakın demokratik bir seçimi, var olan demokrasi kırıntılarına bile tahammülü olmadığını ilk kez bu kadar açık bir biçimde dillendirmiş oluyor. Seçmen tercihini kendilerinden yana kullandığında demokrasi bir faziletken, şimdi işler tersine döndüğünde bir baş belası haline geliyor.

OHAL koşullarında yapılacak olan “seçimlerin” aslında seçimden başka her şeye benzeyeceği şimdiden belli olmakla birlikte uygun olmayan koşullar altında da olsa bir sınıf mücadelesi öznesi olduğu görülmelidir. İktidar Bloku bu kararıyla hem Türkiye burjuvazisinden hem de emperyalist burjuvaziden kendi iktidarı için onay istiyor. TÜSİAD türü burjuvalardan “istikrar” adına, Anadolu ve büyük şehir “çakalları”ndan ihalelerin sürdürülmesi adına ve tabii emperyalist burjuvaziden de ülkenin varını yoğunu talan eden büyük “projeler”in gerçekleştirilmesi adına onay istiyor. Tabii emperyalist sisteme başta Ortadoğu olmak üzere sunulacak destekler de işin cabası.

İşte bu koşullar altında sahte seçimlerin hiçbir sorunu çözmeyeceğini bile bile bu mücadelede saf tutmak işçi örgütleri ve ezilen halk için bir zorunluluk ve hayat memat meselesidir. Çünkü demokrasi için mücadele işçi sınıfı için din ve vicdan özgürlüğü, fikir özgürlüğü, toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı kadar ve hatta belki onlardan daha fazla örgütlenme özgürlüğü anlamına gelir. İşçi sınıfının siyasal ve sendikal örgütlenme hakkı elinden alındığında – ki OHAL rejimi bu hakkın gasp edilmesinin ayyuka çıkmış halidir- ortada bugün görüldüğü gibi demokrasinin kırıntısı bile kalmaz ve diğer bütün haklar da hasır altı edilir. İşçi sınıfı, ezilen halklar ve gençlik örgütlenemiyorsa ülke boğuluyor demektir.

Bu koşullar altında ivedilikle yapılması gereken ne?

İktidar Blokuna karşı demokrasi için mücadele edecek bütün siyasi yapılar adaylarını göstermelidirler. Hatta bu konuda bütün işçi ve gençlik örgütleri birbirlerine destek olmalıdırlar. Mümkün olduğu kadar fazla aday – her kesimi temsil eden- gösterilmelidir. Bu, İktidar Blokunun seçimleri ilk turda kazanmaması için bir zorunluluktur. Bütün muhalif adaylar aralarında peşinen bir yazılı anlaşmaya varmalıdırlar, o da şu olmalıdır: Aralarından hangisi ikinci tura kalır ve seçilirse başkanlık sistemine son verecek bütün düzenlemeleri (yani TSK’da, Emniyet’te, yargıda, eğitimde) yaparak 6 ay sonunda demokratik seçimlere gitme taahhütünde bulunmalıdır. O halde muhalefetin yapması gereken tam bir “tabula rasa”dır, yani sil baştandır. Adına ister kurucu meclis deyin ister demeyin, barajların sıfırlandığı, her partinin eşit propaganda hakkına sahip olduğu ve eşit koşullar altında girdiği bir seçim sonucu oluşacak bir meclis böyle işlev görür. Egemen bir karakter kazanır. İkinci tura kalmak için mücadele edecek adaylar başkanlık rejimini değil, parlamenter sisteme derhal geri dönüşü sağlayacaklarını ortaklaşa taahhüt etmelidirler.

Esas seçim sonrası ne olacak?

Şu anda görüldüğü kadarıyla muhalefet bu seçimlerde büyük çoğunluğa sahiptir. Ama iş gene pekala “atı alan Üsküdar’ı geçti”ye dönebilir. Buna karşı bile biz bir kurucu meclis mücadelesinin yolunu açmış oluruz ki bu sınıf mücadelesinin günümüz koşullarında ayrılmaz bir parçasıdır.

Son söz CHP’ye

CHP Genel Başkanını aday göstermemelidir. Çünkü bir parti eğer demokrasiden söz ediyorsa kendi başkanı, esas olarak sembolik bir karakter taşıyacağını ileri sürdüğü cumhurbaşkanlığına değil başbakanlığa talip olmalıdır. Demokrasiyi savunmak bunu gerektir.

 

20 Nisan 2018

PGB Sosyalizm