Aşağıda 4.Enternasyonal’in ve Dünya Sosyalist Devriminin Partisinin Yeniden Teşkili için 3-4-5 Kasım 2023 tarihinde Paris’te gerçekleştirilen Uluslararası Konferansta bir Filistinli militanla Enternasyonal’in Fransa seksiyonundan bir militan tarafından ortaklaşa sunulmuş Filistin üzerine tezlerini bulacaksınız:
(Fotoğraf: 2023 Nakba’sı)
Filistin halkının yetmiş beş yıldan uzun zamandır meşru toprak hakkından, yurttaşlık hakkından, egemenlik hakkından, mültecilerinin kendi topraklarına dönüş hakkından ve dünyanın geri kalan birçok halkına tanınmış bulunan kendi kaderini tayin etme hakkından mahrum bırakılmış olduğunu, buna mukabil büyük fedakarlıklar pahasına bu haklarını ısrarla talep etmekten vazgeçmediğini dikkate alarak; Gene, yetmiş beş yıldan bu yana Tarihsel Filistin’in sakinlerinin kendi kaderlerini özgürce belirleme hakkını bir kez bile kullanma hakkına kavuşamamış olduklarını ve onların kaderlerinin 29 Kasım 1947 tarihinde emperyalizmle Stalin arasında varılan anlaşmanın meyvesi olarak yürürlüğe
sokulan ve Filistin’in parçalanmasını öngören BM’nin 181 no’lu kararından 13 Eylül 1993’te ABD başkanının himayesi altında imzalanan ve “Filistin Otoritesi”ni yerleştiren Oslo anlaşmalarına kadar hep büyük güçlerin dayatmasıyla belirlendiğini dikkate alarak;
Gene, “İki Devletli Çözüm”ün kararlı taraftarlarının bile “İsrail Devletinin yanı başında” hiçbir “Filistin Devleti”nin gün yüzü görmediğini kabul ettikleri günümüzde, özellikle son yıllarda çok sayıda demokratik örgütün, Akdeniz’le Ürdün arasında, aslında fiiliyatta tek bir devletin, yani “ Ürdün nehrinden Akdeniz’e kadar uzanan bir Yahudi hakimiyeti rejiminin, bir ırk ayrımcı devletin” ( Ocak 2021 tarihli İsrail İnsan Haklarını Savunma Örgütü Raporu) varolduğunu ifade ettiklerini ve bu durumun günümüzde yeni bir Nakba tehdidi oluşturduğunu dikkate alarak;
Ve gene siyonist devletin krizinin ulaştığı düzeyin İsrail toplumunun bütün emniyet supaplarını gevşettiğini ve kurumlarının parçalanarak birbirleriyle giderek daha sert çatışmalara girdiklerini; aynı zamanda bu krizin köklerinin mevcut rejimin Filistin halkının direnişini ezmedeki kifayetsizliğinde yattığını gösteriyor. Bu kifayetsizlik günümüzde siyonizmin mantığını en uç noktalara vardıran, yani bir taraftan Filistin halkının tümüyle bu topraklardan sökülüp atılması ve kökünün kurutulması mantığıyla hareket eden Netanyahu-Gvir-Smotrich hükümetiyle, diğer taraftan Amerikan emperyalizminin şahsi ihtiyaçlarını savunan İsrail ordusunun yönetim kademeleriyle Shin Bet ve Yüksek Mahkeme arasındaki çelişkileri şiddetlendirdiğinden hareketle;
Günümüzde, 1947’den bu yana ilk kez kökenleri ve dinleri ne olursa olsun Filistin’in bütün sakinleri için (1948’de ülkelerinden sürülenler ve onların soyundan olanlar da dahil olmak üzere) mümkün tek demokratik çözümün bütün yurttaşları için eşit hakları güvence altına alacak bir devletin, Tarihsel Filistin topraklarının bütününün üzerinde laik ve demokratik tek bir Filistin devletinin derhal inşası olduğu sonucu kendini dayatıyor.
Bu neden bir Filistin devleti olmalı?
Çünkü Filistin “etnik” veya dini bir kimliğe göndermede bulunmaz. O, 1948’de yurtlarından sürülmüş olanlar ve onların soyundan gelenler de dahil olmak üzere bütün yurttaşlarına eşit haklar güvencesi verebilecek -geri dönüş hakkıyla birlikte- tek bir demokratik devletin üzerinde yer aldığı coğrafi bölgeye göndermede bulunur.
Neden Tek Devlet olmalı?
Çünkü, bağrında yaşamayı kabullenen bütün kadın ve erkeklerin eşit haklarını güvenceye alacağından; kapsayıcı, çoklu ve yurttaşlığı uyruktan, dinden ve her türlü kapalı aidiyet biçimlerinden ayrı tutacak bir toplumsal çerçeve teşkil edeceğinden dolayı. İşte bu yüzden demokratik bir çözümün taraftarı olan herkes, demokratik bir devletin pekala sözde “Çifte Uyruklu bir devlet” ya da bir “Cemaatler” federasyonu olabileceği şeklindeki üstü örtülü bir siyonist pozisyonu reddetmelidir. “One Democratic State Campaign” (Tek Demokratik Devlet Kampanyası) adı altında bir “İsrail ulusu”nu ya da bir “İsrail milliyetçiliği”ni öne sürmek (onu mahkum etmek adına dahi olsa) böyle bir “ulus”un mümkünlüğünü haklı kılmak anlamına geleceğinden ve dolayısıyla onun kendi kaderini tayin etme hakkını talep etmesine de imkan sunacağından, son tahlilde bu “İki Devletli” sözde “çözüm”e karşı çıkmamak anlamına gelir. Bunun tam tersine, demokratik bir çözümün taraftarları, Yahudi kitlelerine, tek bir devlet altında eşit haklara sahip Filistin yurttaşları olarak yer almaları için sürekli olarak siyonizmden kopma çağrısı yaparlar. Demokratik çözüm taraftarları, özellikle üzerlerindeki “siyonist rüya”nın çoktandır kabusa dönüşmüş olduğu İsrailli Yahudi emekçilerin en fazla sömürülen ve en mazlum kesimlerine bu çağrıyı yapmayı kesintisiz sürdürürler.
Bu devlet neden laik olmalı?
Çünkü bu, geleceğin Filistin devletinde – Filistin Ulusal Kurtuluş Hareketi’nin liderliğinin daha sonra bunu reddetmesine rağmen, başlangıcındaki Sözleşmesinde açıkça yer alan bir maddedir- dinin insanların özel alanına gireceğini, yani Filistin’in her sakininin dini (ya da din dışılığı), kültürü, dili ne olursa olsun bir Filistin yurttaşı olarak eşit haklara sahip olacağını ileri sürmek demektir. 2018’de yürürlüğe soktuğu ırkçı yasayla kendini sözde bir “Yahudi halkının ulus devleti” olarak tanımlayan teokratik ve siyonist İsrail devletinin tersine, laik ve demokratik Filistin Cumhuriyeti; dinleri, dilleri, kültürleri ne olursa olsun toprakları üzerinde yaşamayı kabul eden bütün sakinlerini eşit haklara sahip yurttaşlar olarak kabul edecektir. Filistin Devrimi bayrağının üzerine bu şiarı kalın harflerle işleyerek, her zaman yaptığı gibi, siyonizmden bağlarını koparan Yahudi nüfusun tümünü bağrına basacaktır.
Bu devlet neden demokratik olmalı?
Çünkü böyle bir devlet 1947’den bu yana büyük güçlerin zirve anlaşmalarından değil (ve mültecileştirilmişlerle onların soyundan gelenlerle) teşkil etmek isteyecekleri tek bir Filistin devletinin demokratik iradesine dayanacaktır.
Filistin’in sakinlerinin demokratik iradesi nasıl tecelli edebilir?
Bir halk kendini ezen eski kurumları reddettiğinde, eski rejimle bağlarını koparmak istediğinde, baskı aygıtlarını süpürüp atmak istediğinde ve onların yerine yeni kurumlar tanımlama ihtiyacını hissettiğinde, bunu sağlanmasının elinin altındaki en demokratik araçlarından biri yeni demokratik rejimin şekil ve içeriğini tanımlayacak olan kendisi tarafından seçilmiş ve yine kendisine karşı sorumlu olacak delegelerden oluşacak bir egemen kurucu meclisi toplamasıdır. Bu sorun şu an acil olarak Filistin’in önündedir. “Filistin Kurucu Meclisinin seçimlerinde kim yer alacaktır?” sorusuna cevap olarak demokratik bir çözümün taraftarları şöyle cevap verirler: “ Filistin’deki herkes, 1948’de topraklarından sürülmüş olanların kendileri ve soylarından gelenlerin hepsi demek. Herkes demek, kendilerinin böyle demokratik bir süreçte Filistin yurttaşı erkekler ve kadınlar olarak eşit haklarla yer almaya hazır gören ve siyonizmle bağlarını koparmış İsrailli Yahudiler dahil, herkes demektir.”
Kurucu Meclis nedir?
Adına layık bir kurucu meclis, sömürgeci düzenin temsilcileriyle, dışlayıcı milliyetçiler gibi mevcut düzeni sürdürenlerin yukarıdan aşağı bahşedecekleri bir meclis değildir. Bu kurucu meclis, yüzyıla yaklaşan bir süredir dayatılmış olan kolonyalist parçalanmadan halk kitlelerinin devrimci seferberliğiyle “aşağıdan” gerçekleştirilecek bir kopuş anlamına gelir. Filistinli kitleler böyle bir meclisi hayata geçirmek için zihinlerinde hala canlılığını koruyan öz-örgütlenme deneylerine yaslanacaklardır. Çok daha gerilere gitmeden, 1987 yılında gerçekleşen ilk İntifada sırasında her mülteci kampında, her köyde, her mahallede bütün örgütleri bir araya getiren halk komitelerinin oluştuğunu, bunların birbirleriyle elele vererek devrimci seferberliğin örgütlenmesinin liderliğini almış olduklarını unutmayalım. Filistin hareketinin liderliği işte tam da bu eyleme sert bir şekilde son verebilmek adına 1988 yılında Tunus’ta FKÖ’nün iç sözleşmesini (ki bu sözleşme tek bir laik ve demokratik Filistin’e kapı aralamasın rağmen, Filistin liderliği tarafından daha 1974’te sözde “aşamalı kurtuluş” perspektifi adı altında zaten fiiliyatta terk edilmişti) geçersiz ilan etti.
Meseleyi somutlamak için şöyle diyelim:
Emperyalizm çağında ezilen ülkelerin burjuvazisi ulusal kurtuluş ve demokrasi için mücadelenin önderliğini alma yeteneğine sahip değildir. Filistin Devrimi bu olgunun trajik doğrulanmasıdır. Filistin Devrimi, burjuva liderliklerinin olduğu kadar (“laik” ve dini liderlikler), onların yanı sıra küçük burjuva önderliklerinin de ( her türden “sol” liderlikler ve 1993’te Oslo anlaşmalarına bel bağlayanların hepsi) kesintisiz ihanetine uğramıştır.
Filistin’in ulusal kurtuluş ve demokratik görevlerinin tamamlanması, bütünüyle fellahlarla, kentlerin ve kırların yoksullarıyla ve tabii mülteci kamplarının sakinleriyle ittifak yapacak olan işçi sınıfının omuzlarındadır. 2011 yılındaki Tunus Devrimi deneyimi göstermiştir ki, işçi sınıfının bağımsız ve örgütlü mücadelesi olmaksızın, yani nihayetinde devrimci bir işçi partisi olmaksızın oluşacak kurucu meclis emperyalizm ve onların ajanları tarafından en kısa zamanda yolundan çıkarılacaktır.
İşte bundan dolayı, Filistin Kurucu Meclisi için mücadele işçi sınıfının kendi bağımsızlığı için mücadelesinden, onun sendikal planda olduğu kadar, politik planda da bağımsız örgütlenmesi mücadelesinden ayrı düşünülemez. Yani bir anlamda IV. Enternasyonal’in Yeniden Teşkili mücadelesiyle ilişki içinde olacak bir devrimci işçi partisi inşası mücadelesinden ayrı düşünülemez.
Not: Bu tezler, 1 (bir) çekimser oya karşılık oybirliğiyle kabul edilmiştir.
* ABD’li bir Siyahi İşçi Militan (Ujima People’s Progressive Party/ Ujima Halkın İlerici Partisi) 10 Nisan 2023
Daniel Gluckstein: Bildiğin gibi bu tartışmanın amacı, sana iletilmiş olan “Dördüncü Enternasyonal’in Yeniden Teşkili için, Dünya Sosyalist Devriminin Partisi için” davet mektubu halkında ne düşündüğünü öğrenmek istememiz.
Aynı politik geleneklere sahip değiliz. Bizim geleneğimiz IV. Enternasyonal geleneğidir. Senin politik tarihinse farklı. Bu böyle olmakla birlikte şunu da hatırlatalım ki, sadece Amerikan İşçi sınıfını – ve özellikle de siyah İşçi sınıfını- değil, İşçi sınıfının yer aldığı uluslararası süreçler üzerinden de çeşitli zeminlerde omuz omuza mücadeleler yürütüyoruz. Bizim açımızdan, seneler önce yazılmış olmasına rağmen programımızın güncelliğini koruduğuna inanıyoruz.
Bu güncellik, Marksist akımın başlangıcından itibaren İşçi hareketinin uzun tarihinin bir devamlılığına dayanmasında yatıyor. Tabiatıyla çok iyi biliyoruz ki, günümüzdeki durum programımızın kaleme alındığı dönemden farklı. Ve zaten tam da bu yüzden onun derin güncelliği üzerindeki ısrarımızın nedenlerini yarışı olarak ifade ediyoruz.
Bu davet mektubu üzerine ne düşündüğünü bilmek isteriz. Yani anlaştığımız ya da anlaşamadığımız konular neler? Tartışılması gereken noktalar neler? Biz bu konferansı sadece Troçkistler olarak kendi aramızda tartışarak hazırlamak istemiyoruz.
Tam tersine, bu tartışmanın dışında yer almış ve aynı tarihi paylaşmadığımız yoldaşların da tartışma sürecine dahil olabilme imkanını elde etmeleri ve konferansın hazırlık sürecine katılmalarını ve eğer yararlı görürlerse bizzat konferansa katılmalarını önemsiyoruz. Şu halde, öncelikle, eğer bu konuda hemfikirsek, teklifimizle ilgili ne düşündüğünü bilmek isterim.
Nmandi Lumumba: Bu davet mektubunu gerçekten önemsiyorum ve kaleme alınmış olmasını da uygun buluyorum. Parti kadrolarımızın birçoğuna bundan bahsettim ve hemen hepsi bu süreçle kararlı bir şekilde ilgilendikleri gibi olumlu bulduklarını da ifade ettiler. Konferansa katılım konusunda henüz kesin bir karara varmadık, önümüzdeki günlerde ya da haftalarda metni daha yakından incelediğimizde bu kararımızı size bildireceğiz.
Metnin ortaya attığı bazı konularla ilgili genel sorular var kuşkusuz, ama şimdi bunları bir kenara koymalı ve işin özüne dönmeliyiz. Yoldaşlarımın hissiyatının bir diyaloğun başlatılması, ilerletici bir sürecin açılması yönünde olacağını düşünüyorum. En azından bu tartışmanın bizi nereye götüreceğini görmemiz için bu gerekli.
D.G.: Tamam. Belki de daha fazla açılmasını düşündüğünüz kimi Özgül noktalar vardır. Ne dersin?
N.L.: Evet. Birçok yönüyle metin bu sorulardan birçoğuna cevap veriyor. İfade ettiğin gibi ben troçkist kökenli biri değilim. Kendimi her zaman kelimenin gerçek anlamında bir marksist olarak nitelemiyor olmama rağmen, bütün politik formasyonum Marx’ın ve Lenin’in yazılarıyla pratikleri üzerinden oluşmuştur.
Kadrolarımızın bazıları benle aynı politik kökene sahiptir. Ama hepsi değil. Bunu söylüyorum çünkü bazıları için troçkistlere yaklaşma derecesi bir tedirginlik kaynağı olabiliyor. Troçkizmden esinlendiğini ileri süren kimi politik yapıların bazı durumlarda siyahların kurtuluş hareketi üzerinde gerçekten olumsuz etkileri oldu. Bunların sonuçlarını gününüzde bile yaşayabiliyoruz. Hareketimin eski tüfekleri bana bu konuda duydukları derin kaygıları ifade ettiler. Bana, geçmişte siyahlar tarafından yönetilecek İşçi partisi inşası girişimlerinin, kendilerine göre, troçkistlerce nasıl sabote edildiğini anlattılar.
Benden önceki bir dizi kuşak bu konuda gerçek bir düşmanlık besliyor. Bütün bunlar oldu. Dolayısıyla Troçkist örgütlerce yutulacak veya hareketimizin onların hakimiyeti altına girmesine izin vermeyeceğimiz bir güvenceye sahip olabilmesi için sanki bıçak sırtında yürüyoruz.
Kitlesel bir işçi partisinin inşa edilmesini arzuluyoruz. Emperyalizmi ve kapitalizmi dünyanın yalıtılmış tek bir noktasında yenemeyeceğimizi biliyoruz. Uluslararası bir örgütlenmeyi inşa etmek zorunda olduğumuzun da bilincindeyiz. Ancak böyle bir oluşum güven ve ilkeler üzerine temellenmiş bir birlik üzerine oturmalıdır.
Bu diyalektik bir inşa süreci olmalıdır. Biz böyle bir sürece katılmak ve onu tartışmak istiyoruz. Bu uluslararası soruna açık yüreklilikle ve örgütümüzle dahil olmak istiyoruz, ama aynı zamanda tarihimizde yer etmiş ve çıkarlarımızı korumamıza yardım edecek kimi kaygıların bilincinde olarak da hareketimize saygı duyulmayacağını hissettiğimiz bir entegrasyon ve angajman sürecine de girmek istemeyiz. Diğer bir konu da, tabiatıyla ABD’deki ve Afrika kıtasındaki Afrikalı halkların ulusal bağımsızlıkları meselesidir. ABD’deki siyah kurtuluş mücadelemizle bağlantılı olarak Amerika’nın yerli halklarının ulusal bağımsızlık meselesi var. Toprak meselesi üzerinden geliştirilecek ve oportünist olarak nitelendirilebilecek bir çizgiyi savunmuyoruz. Yani Kuzey Amerika toprakları üzerinde bir hak talebinde bulunmuyoruz. Çünkü bu topraklar öncelikle bir kolonizasyon ve soykırım süreci içinde bütün tüyleri yolunmuş yerli halklara aittir. Bu ülkede kendimiz için ulusal toprak talebinde bulunamayız. Bunlar bizim için önem arzeden şeylerdir. Bu iki meseleye saygı duyulması gerektiğini düşünüyoruz. Şöyle ki: Nasıl yerli halkların kendi uluslarını/ülkelerini yeniden kurmaya hakları varsa, Kuzey Amerika’ya Afrika’dan köleleştirilerek zorla getirilmiş Afrikalıların torunlarının da ulusal kurtuluşa hakları vardır.
Bizim yönelişimiz bütün Afrika’da yeni sömürgeciliğe ve emperyalizme karşı emekçilerin mücadeleleriyle bağ kurulmasının gerekliliğini içeriyor.
Nitekim her ne kadar kendimi pan-Afrikanist bir kültürün taraftarı olarak görmesem de – sınıfın gündemde olan gerçek tarihsel sorunları nedeniyle- açıktır ki pan-Afrikanist bir Enternasyonal işçi partisi de bir gerekliliktir. Yani, anti-emperyalist, anti-kolonyalist ve anti-neo kolonyalist bir hareketin çerçevesi içinde yer alacak ve bütün Afrika kıtasıyla onun diyasporasında inşa edilecek bir parti.
Dünyanın bütün Afrikalı emekçilerinin yaşamakta oldukları ülkelerde üstlenmeleri gereken bir misyon vardır. Geldiğimiz yer Afrika’dır. Bu meselenin anti-emperyalizm üzerine yürütülecek tartışmada yer almasını isteriz. Yeni sömürgecilik koşullarından kopup gelmiş kişilerin güçlerini nasıl koordine edecekleri ve birlikte çalışmayı nasıl örgütleyebileceklerini anlayabilmeleri için görüşlerini ortaklaştırabileceklerinin imkanını yakalayabilmeleri gerekir.
Afrika kıtasında olsun, Karaipler’de olsun, Kuzey veya Güney Amerika’da olsun Afrikalıların bağımsızlıkları için mücadelelerini yükseltmeli ve bu kavganın bir bütün olarak uluslararası mücadeleye nasıl bağlandığını anlamalıyız. Emperyalizmden tek bir ulus/ülke içinde, hatta dünyanın tek bir bölgesinde kurtulunamayacağının bilincindeyiz. Bunun dünya ölçüsünde verilecek bir kavga olması gerekir. Üzerinde önemle durmam gereken son bir nokta da şu: Hareketin iç dinamiğinde kendine yer edinmiş bir zehir vardır ki, o da ırkçılık sorunudur. Afrika kökenli olmayan veya sömürgeleştirilmiş bir ülkeden gelmeyen İşçi hareketi üyelerinin çoğunun kendilerini ırkçı olarak görmediklerine tanık oluyoruz. Teoride ırkçılık karşıtı fikirlere sahip olduklarına inandıklarından bunu açıkça ifade de ediyorlar.
Ancak tam bu noktada Kültürün ve Tarihin dinamiği harekete geçerek ön alıyor. ABD’de Beyaz olmak; zenginliklere, daha mükemmel kaynaklara ve daha mükemmel bir eğitime ulaşmanın güvenlik ağına girmenizin imkanını sunuyor size. Bu ise sosyal ve politik ilişkilerde öyle bir iktidar dinamiğine yol açıyor ki fiiliyatta kendinden bir ırkçılığı doğuruyor.
Beyaz olmayan yoldaşlar eşitler olarak insanlığımızı (kibarlık ve fedakarlık anlamında) Beyazlara onaylatmamız için sürekli bir mücadele yürütmek zorundalar. Beyaz militanların kendilerini ırkçı olarak gördüklerini ya da ırkçı tavırlara sahip olduklarını düşündüklerini hiç sanmıyorum, ama onlarda ırkçılık sınıfın bütün sorunları üzerine yetkilerini açıkça kullanmak istediklerinde patlak veriyor. Bunu her fırsatta kınamak lazım. Dolayısıyla sürekli teyakkuz halinde olmamız lazım.
Sanırım bu sorundan söz etmeli ve onu çözmeliyiz. İlkeler üzerine temellenmiş bir birlikle gerçekten berrak bir programa sahip olmanın tayin ediciliği inşa tarzımızı da belirler. Bu konularda ön almalıyız ki, insanlar umutsuzluğa kapılmasınlar ya da örgütümüzün saflarında gelişebilecek gerici sağcı eğilimlere yem olmasınlar.
Bunlar, bütün bu kaygıları ve sorunları programatik bir bakış açısıyla ele alacağımız bir çerçevede yürüteceğimiz yapısal tartışmaları örgütleyebilmemiz için dikkate almamız gereken çok önemli öğelerdir. Herkes şunu çok iyi anlamalı ki, gerçek bir emekçi hareketi inşa etme yolundayız, dünyanın özel bir bölgesinin emekçilerinin ya da etnik bir grubun sultası altında bir hareket değiliz.
Alain Benjamin: (ABD’deki troçkist örgütün yöneticilerinden) Öyle sanıyorum ki son yıllarda Nmandi ile birlikte yürüttüğümüz çalışmalarda bu ilkelere saygılı davrandık. Aynı şekilde “Socialist Organizer” bünyesinde yürüttüğümüz çalışmada da birbirimize dürüst davrandık ve bundan sonra da bu minvalde çalışacağımıza inanıyorum. Kuşkusuz bu, hareketli geçmişimizin tüm cürüflerinden aranmış olduğumuz anlamına gelmiyor. İşçi hareketi içinde – üstelik onun en ilerici saflarında bile kendine yuva bulmuş- iki ırkçılık örneğini zikredeceğim. Birinci örnek 1996 yılında Cleveland’da oluşmuş olan İşçi Partisi’ne; ikincisi ise 1981’de National Black İndependent Political Party’nin (NBIPP) toplanan Ulusal Kongresinde yer alan Siyah militanlara Socialist Workers Party’nin (SWP) indirdiği darbedir.
Birinci nokta, 1996 yılında Cleveland’da oluşmuş ve altı yıl sürmüş olan İşçi Partisi ile ilgili olan durumdur. Şöyle ki: Toplam üç kongre gören ve Tony Mazzocchi tarafından yönetilen İşçi Partisinin önderliği, Black Caucus ( Partinin Siyah militanlar Komisyonu) tarafından sunulan ve Mumia Abu Cemal’in yeniden yargılanmasını talep eden bir karar tasarısını İşçi Partisi’nin sendikal ayaklarından Philadelphia merkezli bir sendikanın Mumia’yı “polis katili” olarak nitelemesine arka çıkarak reddetmesiydi. Üstelik bu durum Mumia davasının sahte delillerinin ortaya çıktığı bir anda gerçekleşti.
Çok sayıda delege kongrede ileri sürdüğümüz kanıtları duyduklarında şoke oldular ve karar tasarısının reddini şiddetle protesto ettiler, ama buna rağmen sendika bürokratları meseleyi ortak davaları haline getirerek tasarının onaylanmasını sağladılar. Bürokratların bu konuda geri adım atmamaları şu kaygılarına dayanıyordu: Mumia’nın lehine çıkacak bir karar Philadelphia sendikasının partiden kopmasına neden olurdu ve bu sendikayı başka sendikalar da izleyebilirlerdi!
Bugün, Labor and Community for an İndependent Party (LCIP) gruplaşmasının taraftarları olan bizler, o gün İşçi Partisi içindeki militanlar arasında Mumia’ya en aktif ve enerjik desteği verenlerdik. Bu kongreler sırasında Black Workers for Justice’in (BWFI) yöneticileri Salahaddin, Ashaki, Shafeah ile Ajamu D. ve diğerleriyle Mumia tasarısının ırkçı reddini kınama konusunda sıkı bir işbirliği içinde olduk. Sonuçta Black Caucus’un İşçi Partisinden kopması hiç de şaşırtıcı olmadı!
İkinci örnekse Socialist Workers Party ile National Black Independent Political Party’nin (NBIPP) 1981 kongresiyle ilgilidir.
Hatırlayacağınız gibi 1000’den fazla Siyah militan NBIPP’yi kurmak için bir araya geldiler. Bu çaba, Siyah Demokratlar, hatta NBIPP’nin yönetimine sızmış birçok muhafazakar güç tarafından dahi eleştirildi. NBIPP çok ilerici ve yenilikçi bir Sözleşmeyi kabul etti. Ancak partinin yöneticileri Siyah Demokratların ve onların yeni parti içindeki taraftarlarının basıncıyla bu sözleşmeyi çok sayıda basıp yaymayı reddettiler. Böyle bir sözleşmenin sadece Siyah Kurtuluş Hareketinin önemli bir bölümünün ötesinde Beyaz İşçi sınıfını da eyleme sürükleyebileceğinden korktular.
SWP’nin Siyah kadroları, sözleşmenin yayımının NBIPP’ye kabul ettirilerek yoğun bir şekilde dağıtımının yapılabilmesi için onun içinde mücadele etmek yerine bu durumu görmezden gelerek NBIPP’nin sözleşmesini SWP’nin kendi matbaasında basıp yayınlayarak NBIPP’ye öldürücü bir darbe vurdular. Bu davranış NBIPP içindeki Demokrat Parti taraftarı kanata sözleşmeyi iptal ettirmek ve parti içindeki SWP’nin siyahi kadrolarının ihracını başlatabilmek için altın tepside sunulmuş bir fırsat oldu.
SWP’nin bu müdahalesi NBIPP’nin geniş tabanı tarafından partinin bağımsızlığına ve özerkliğinin gaspına yönelik bir davranış olarak telakki edildi. SWP’nin birçok militanı gibi yönetiminin bu hatasından haberdar olduğumuzda çok öfkelendik. Bu karara karşı çıktık ve bunun sorumlusunun SWP yönetimi olduğunu öne sürdük. Kaldı ki, şunu da eklemeliyim: Yönetimin bu kararı SWP’nin geçmiş politikalarına da aykırıydı. Nitekim Siyahların kurtuluş mücadelesi üzerine Troçki’nin tavır alışlarını okuduğumuzda ve hatta SWP’nin kendinin “Freedom Now!” başlıklı 1963 tarihli kararını okuduğumuzda SWP’nin NBIPP’nin kararına karşı gerçekleştirdiği menfur hareketin Troçki’nin Siyah meselesi üzerine geliştirmiş olduğu devrimci mirasa sırtını çevirmek olduğunu hemen görmek mümkündür.
Troçki, Amerikan Beyaz İşçi sınıfı içinde, hatta onun en ileri ve ilerici kesimleri içinde bile, ırkçılığın nasıl yerleşmiş olduğunu büyük bir açıklıkla ortaya koymuştu.
Troçki, özellikle ABD Siyahları olmak üzere, ulusal baskının kurbanı bütün halkların kendi kaderlerini tayin Hakkı mücadelesinin öneminin öne çıkarılması konusunda çok kararlıydı. Socialist Organizer olarak bu geleneğin takipçisiyiz. Bu gerçek bir meydan okumadır, içinde yaşamakta olduğumuz kapitalist toplum çeşitli biçimler altında emekçileri derilerinin rengine ve farklı milliyetlerden oluşlarına göre birbirlerine karşı mevzilendiriyor.
Davet mektubunda ifadelendirilmiş çerçeveye tümüyle katılıyorum. Sosyalist Devrimin Dünya Partisinin görevi, sözde ve eylemde gerçekten anti-emperyalist olan işçi sınıfının bütün farklı eğilimlerini, bir sosyalist dünya devrimi için kapitalizme karşı gerçekten mücadele yürüten bütün güçleri bir araya getirmektir.
Bu davet mektubu başarılı bir başlangıçtır, ama öyle inanıyorum ki, OCRFI olarak bu süreci ilerletmekte doğru yoldayız.
D.G.: Birkaç şey eklemek isterim. Bizim amacımız şu veya bu grubu ya da örgütü kendi örgütümüze kazanmaya çalışma hedefine indirgenemez. Uluslararası İşçi hareketinin yeniden inşasının birçok engelle karşı karşıya kalacak zor görev olduğunu biliyoruz.
Tartışmakta olduğumuz sürecin karmaşık olduğunun da bilincindeyiz. Dolayısıyla atmamız gereken ilk adımın ortak mücadeleler yürütmeye çalışmak, bugün ortak kampanyalar yürütebilmek için tartışmak ve bu tartışmaları da ortaklaşa örgütleyebilmek olduğunu biliyoruz. Güvensizlik üzerine söylediklerini anlıyorum. Sadece ABD’de değil, başka ülkelerde de sorunlu olabilecek birçok konu Troçkizm adının arkasına sığınılarak yürütülmüştür.
Bizim pozisyonumuz ABD’deki Siyahların özgül tarihsel sürece bağlı olarak kendi kaderlerini tayin etme hakkına sahip olduklarıdır. Bu, bizim davet mektubunda açıkça ifade ettiğimiz bir anlayıştır ve zaten daha önce Troçki tarafından da savunulmuştur.
Bu tali bir nokta değildir. Kendi kaderini tayin Hakkı şu anlama gelir: Siyah İşçi sınıfının kendi örgütüne ilişkin tercihleri ve bunun sonuçları ne olursa olsun desteklenmelidirler. 1930’lu yılların başlarında Troçki bu konuya el attığında, ona, Marcus Garvey’in pozisyonları üzerine ne düşündüğü sorulduğunda şöyle cevap vermesine rağmen, “Açıkçası Siyahların ABD’de dört ya da beş Eyalet üzerinden bir devlet kurmak isteyecekleri fikrini tasvip edeceklerini pek sanmıyorum, ama gene de Siyahların ekseriyeti bunu tercih ederse, onları desteklemeliyiz” anlayışında olduğunu belirtmiştir. Demek ki ayrılma Hakkı da buna dahildir. Bu yaklaşım bizim pozisyonumuz olmaya bugün de devam ediyor. Zaten bu yüzden de, Siyah İşçi sınıfının bir İşçi Partisi için mücadeleye eklemlenmiş kendi İşçi örgütünü kurmasından yanayız. Nitekim bu koşullar altında, başlangıçta, Siyah İşçi sınıfının bazı sektörleri kendi özgül politik örgütlerini kurmak isterlerse, İşçi sınıfının bütünsel bağımsız sınıf örgütünün inşasının bir evresi olarak da bu partiyi desteklemeliyiz.
Bu aynı zamanda dünyadaki bütün ezilen halkların kendi kaderlerini tayin haklarını neden savunduğumuzun, yani sömürgeci bir rejime bağlı kalmış, sömürge hakimiyeti altında yaşamış ve halen böyle bir hakimiyet altında yaşamaya devam eden halkların mücadelesini neden desteklediğimizin de izahıdır. Bizim için bu anti-emperyalizm İşçi sınıfının bütünsel bağımsızlık mücadelesinden ayrı tutulamaz. Bu durum Marx’ın döneminden bu yana İşçi sınıfı hareketinin sürekliliğinin bir ifadesidir.
Bana göre öne çıkartılması gereken ikinci nokta da şudur: Bu tartışmanın uluslararası bir çerçeveye yerleştirilmesi gerektiğini belirtme konusunda haklı değil miyiz? ABD’deki Siyahların durumuyla Afrika kıtasındaki Siyah İşçi sınıfının durumlarını ilişkilendirerek ele almakta haklı değil miyiz? Bu tartışmamıza Afrika’daki emekçilerin karşı karşıya kaldıkları sorunları dahil etmekte haklı değil miyiz?
Sanırım bu konuda Azanyalı/Güney Afrikalı yoldaşlarla sürdüreceğimiz tartışma çok önemli olacak. Bu ülkede Siyah halk ırkçı rejimi yenilgiye uğratan gerçek bir devrim gerçekleştirdi. Ama şimdi kendi hükümetinin emperyalist finans kuruluşlarına ve çokuluslu şirketlere tabi olduğu bir durumla karşı karşıya. Bu hükümet kendini nasıl adlandırırsa adlandırsın, yani ister “Komünist”, ister “Sosyalist” ya da isterse başka bir adla, bu durum mevcut hükümetin ülkeyi emperyalizmin hakimiyetine terk etmiş olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Dolayısıyla Azanyalı yoldaşlarımızın “Siyah bir Cumhuriyet” ve “Siyah çoğunluğun hükümeti için” şiarlarını destekliyoruz. Güney Afrika’da Siyah çoğunluğun hükümetini talep etmenin ulusal ve demokratik bir içeriğin ötesinde sosyal bir içeriği de vardır. Siyah çoğunluğun hükümetini savunmak ülkedeki emperyalist çokuluslu şirketlerin hakimiyetini yıkma çerçevesinde Beyaz azınlığın hakimiyetini de yıkmak anlamına gelir.
İşte bu konferans çerçevesinde yürüteceğimiz bu tür tartışmalarla tahlilimizi derinleştirip berraklaştırabilme imkanını elde edebiliriz. Bu yüzden de, sizin gibi politik akımların bu tartışmanın derinleştirilmesine katılıp katkı sunmalarıyla ilgileniyoruz. Mesela şunu tasavvur edebiliriz: Konferans boyunca yürüteceğimiz tartışmalardan Siyah sorunu üzerine bir karar çıkartabiliriz. Böylece IV. Enternasyonal olarak da kendi pozisyonumuzu daha berraklaştırabiliriz.
Bu, belki de, Afrika kıtasının kurtuluşu meselesiyle birlikte konferansın gündemine dahil edeceğimiz bir konu olabilir. Bunun sonucunda Güney Afrikalı/Azanyalı, Zimbabwe’li, Burkina Faso’lu, Burundi’li ve başka Afrika ülkeli yoldaşlarla tartışıp resmî “bağımsızlık”larını ilan etmelerinden altmış yıl sonra – ki bu aslında emperyalizmin hakimiyetinden kurtulamamış oldukları için sahte bir bağımsızlıktır- Afrika’nın kurtuluş sorununa ilişkin bir karar tasarısı hazırlayabiliriz. İşte bu hazırlık konferansı tartışmasını bu anlamda yönlendirmek istiyoruz. Ve tam da bu yüzden farklı ülkelerden yoldaşları bir araya getirebilme derdini taşıyoruz.
N.L. : Söylenmiş olanları olumlu buluyorum. Bir kez daha düşüncemi şöyle ifade edeyim: Hem konferans hem de onun hazırlanma süreci Avrupalı olmayan yoldaşların katılımına açık olmalı ki, kendisi enternasyonal olan bu İşçi hareketinin tartışmasının merkezinde onlar da yer alabilsinler. Ancak böyle olursa, biz de bu tartışmalarda bir çeşit aksesuar olmamış olabiliriz.
Emperyalizmin tabiatı her şeyin birbirine bağlanmasını gerekli kılıyor. Bunu biliyoruz. Avrupa’nın ve Amerika’nın Beyaz emekçilerinin de üretime dahil oldukları her yerde sömürüye uğradıklarını biliyoruz. Bu durumun sömürgecilik dönemine kadar, yani sömürgeci güçlerin sömürgeleştirdikleri ulusların kaynaklarını insan ve mal olarak koparıp aldıkları ve kendilerine oradan bir yaşam gücü sağladıkları döneme kadar uzandığının da farkındayız. Bu zenginliğin önemli bir bölümü, yani Beyaz İşçilerin yaşadıkları çelişkiler, kaynaklarından mahrum bırakılmış ve sömürgeleştirilmiş bölgelerdeki yoksulluktan, az gelişmişlikten, ölümlerden ve hastalıklardan ayrı düşünülemez. Bunlar merkezi öneme sahip sorulardır.
Bir kez daha, bunların aramızda tartışılmasını ve bu sorulara işçi sınıfı bakış açısından gerçekten devrimci cevaplar vermemiz gerekir.
ABD’deki Siyahların kurtuluşu meselesine ilişkin sözünü ettiğimiz belgeye geri dönecek olursak, şunu söylemeliyiz ki, Siyahların mücadelesinde sağcı eğilimlerin doğmaya başladığına tanık olmaktayız. Bizdeki ulusal kurtuluş mücadelesinde, her ne kadar şu an için fazla bir ağırlıkları olmasa da sağcı milliyetçi eğilimlerin güç kazanmakta olduklarını gözlemliyoruz. Bu güçler kendi çözüm yolları konusunda da bölünmüş haldeler. İşte bu yüzden de, kendi Siyah cemaatimizde, Siyah İşçi sınıfı cemaatlerinde bu tür hareketleri saf dışı edebilmemiz için sağlam ve devrimci açılımlara ihtiyacımız var. Ve bu da politik olarak silahlanmamızı gerekli kılıyor.
Dolayısıyla, evet, bu tartışmayla gerçekten geleceğe yönelik cesaretlendim.
Bu fikirlerin benim gibi insanlarca – ve Afrika kıtasından, Hindistan’dan, Asya’dan, Güney Amerika’dan insanlarca- geliştirilmesinin ve bu konuları tartışmaya hazırlanmalarının ne kadar önemli olacağını düşünüyorum. Bu soruları tartışmayı hazırlamaya başlamak, buna katılmak, onları geliştirmek ve hakiki hale getirmek sadece bizim hareketlerimizin değil, aynı zamanda bütün emekçilerin mücadelesinin gelişmesine imkan sunacaktır. Buna inanıyorum.
Bizim durumumuzun sizinkinden ayrı olmadığını göstereceğiz. Bizi birbirimize bağlayan da budur ve bu yüzden de ilerleyeceğiz.
D.G.: Bu tartışmanın bütününü yazılı hale getirmemizi öneriyorum. Bu çözümlemeleri sana ve herkese göndereceğiz. Üzerlerinde gerekli her tür düzeltmeyi (cümle düşüklükleri açısından) yapıp Enternasyonal dergimizde diğer katkılarla birlikte yayınlayacağız.
Birkaç hafta önce, benzer ilginçlikte bir tartışmayı troçkist olmayan Rus yoldaşlarla da yaptık. Konferansı hazırlamak için farklı akımlardan yoldaşların katkılarını da yayınlayacağız. Önümüzde duran ilk evrede iki karar tasarısı hazırlayacağız. Bunlardan ilki Afrika’nın kurtuluşu meselesi üzerine olacak ve Afrika’lı yoldaşlardan geçtiğimiz son altmış yıllık sürecin bir muhasebesini çıkartmalarını talep edeceğiz. Bir başka ifadeyle, emperyalist ülkelerin zenginlik biriktirmelerinin kaynağı olarak Afrika’nın devam eden talanının yol açtığı sorunların çözümüne ilişkin bir karar tasarısı. Bundan amaçlanan, emperyalist ülkelerdeki mücadelelerle Afrika’daki mücadeleleri birbirine bağlamak olacak.
Aynı şekilde, eğer sen de mutabıksan, Siyahların kurtuluşu üzerine, Siyah İşçi sınıfının kurtuluşu üzerine- özellikle şu an genel olarak Siyah İşçi sınıfı üzerine (sadece ABD’deki değil) bir karar tasarısı çıkartmalıyız. Uluslararası tartışmanın bir parçası olarak bu tasarıları hazırlayabiliriz. Bu konuda mutabık mıyız?
2022 yılının sonunda dünya savaşın içine iyice gömülüyor. Bu savaş nedeniyle gezegenin her tarafında felaketler ve derin acılar yaşanıyor. Bir tırmanış söz konusu. Bugün Ukrayna ve Rusya, Afrika, yarın Çin. Peki bu durumdan bir çıkış yolu var mı?
Kendini sömürülenler ve ezilenler safında görenler için zorunlu bir tartışma bu. Bu tartışmayı IV. Enternasyonal’in programına dayandıklarını ileri süren militanlar, gruplar ve örgütlenmeler arasında başlatmak istiyoruz. Fakat, bu tartışmayı, geniş anlamda tüm insanlığın geleceğini ilgilendirdiği, işçi sınıfının rolü ve sorumluluğu meselesini gündeme getirdiği için, savaşa karşı insan uygarlığının savunulması temelinde hepimizin ortaklaştığı bir sınıfsal bakış açısı etrafında, dünya çapında Troçkist militanlarla omuz omuza bir mücadele içinde yer almakla birlikte IV. Enternasyonal’in programını bizimle paylaşmayan başka akımlar, örgütler ve militanlarla çok daha geniş ölçekte yürütmeyi öneriyoruz. Aşağıdaki metnin hedefi, IV. Enternasyonal taraftarlarının hazırlanmakta oldukları Sosyalist Devrimin Dünya Partisi için (ki bu IV. Enternasyonal’in hakiki adıdır) uluslararası konferansın tartışmasını andığımız kesimlerle hep birlikte yürütmektir.
1) Günümüzden yüz yıldan fazla bir zaman önce Lenin’in kaleme aldığı “Emperyalizm: Kapitalizmin Bir Üst Evresi”nin doğasıyla içinde bulunduğumuz savaşın doğasını benzeştirmekte haklı değil miydik?
Günümüzde emperyalizmin içine girdiği çözülme ve çürüme evresi tüm insanlığı tehdit ediyor. Pandemi sırasında yükselmeye başlayan, savaş fırsatıyla hızla artan ve giderek daha da azgınlaşarak rekorlar kıran kapitalist kârların tırmanışı (Ek’e bakın) sürüyor. Buna paralel olarak en ileri kapitalist ülkeleri de kapsayacak bir biçimde sefalet ve istihdam yıkımları (Ek’e bakın) bütün ülkelerde devam ediyor.
Gene bu durumu emperyalizmin tabiatıyla ilişkilendirmekte, yani üretici güçleri artık geliştirmeyen, tam tersine kendi varlığını koruyabilmek için sürekli olarak onları yıkmaya çalışan üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet rejimine dayalı kapitalizmin bu evresiyle ilişkilendir-mekte haklı değil miydik?
OCRFI’ın 22 Şubat 2022 tarihli bildirisinde şunları yazarken haklı değil miydik: “Olgulara dayanarak söylemeliyiz ki, her ne kadar gelişmelerin caniyane sorumluluğu haklı olarak Putin rejiminin üzerine OCRFI (IV. Enternasyonal’in Yeniden Teşkili İçin Örgütlenme Komitesi) Faaliyet kolektifince 15 Aralık 2022’de kabul edilmiştir.
2022 yılının sonunda dünya savaşın içine iyice gömülüyor. Bu savaş nedeniyle gezegenin her tarafında felaketler ve derin acılar yaşanıyor. Bir tırmanış söz konusu. Bugün Ukrayna ve Rusya, Afrika, yarın Çin. Peki bu durumdan bir çıkış yolu var mı?
Ukrayna’da bir yıldır süren savaş yıkılmışsa da, aylardır Amerikan emperyalizminin provokasyonları, onun askeri kolu NATO ile onun sancağı arkasında saf tutmuş bütün kapitalist hükümetlerin bu askeri tırmanıştaki bir o kadar caniyane sorumluluklarını da örtbas etmek mümkün değildir. IV. Enternasyonal’in Yeniden Teşkili’nin taraftarları, proleter enternasyonalizmi bayrağına sadakatle bağlı olduklarından kendi ülkelerinin savaş taciri hükümetlerinin kutsal ittifakları çerçevesinde yer almayı kabul etmiş ya da kabul eden işçi örgütlerinin yöneticilerinin peşinden gitmeyi reddederler” ve çünkü “Rus birliklerinin Ukrayna’ya girişiyle patlak veren savaş, çöküş ve parçalanma süreci içindeki emperyalizm çağının bağlamı içine yerleştirilmeden anlaşılamaz.”
Ukrayna’daki savaşın başından bu yana çok açıklıkla görülüyor ki, Amerikan emperyalizmi her gelişmeyi kendi çıkarına kullanıyor. Diğer bütün emperyalist ülkelere öncelikle kendi emperyalizminin çıkarlarını dayatıyor.
Bu savaşı şu anlamda “emperyalizmin savaşı” olarak niteledik: Yeni kâr kaynaklarının arayışı içinde susuzluğunu bir türlü gideremeyen Amerikan emperyalizminin cesaretlendirmesi ve tahrikiyle kesintisiz bir yayılmadan başka bir şey yapamayacağı bir mantığın uzantısı şeklinde yürütülen bir savaş.
Daha 24 Şubat 2022 tarihinden itibaren bu savaşın hiçbir ilerici karakteri olmadığını, tam tersine tümüyle gerici olduğunu ifade ettik. Rus tarafında, Putin, ülkedeki politik/askeri/sınai aygıtın çıkarını savunan oligarşik rejimin temsilcisi olarak hareket ediyordu. Ve gene Putin, bu oligarşik rejimin zirvesindeki konumuyla yeni Rus burjuvazisini teşkil eden binlerce milyonerin özgül çıkarlarını kolluyordu. Bu yeni burjuvazi eski üretici altyapıyı ve doğal kaynakları ele geçirerek devlet mülkiyetinin talan edilmesi temeli üzerinde Rus toplumunun hâkim sınıfı haline geldi. Sovyet halkı tarafından yıllar içinde biriktirilmiş muazzam zenginliklerin talanı ve onların çok küçük bir azınlık tarafından özel mülk haline getirilmesi halkın ezici bir çoğunluğunun görülmemiş bir sefalete ve yoksulluğa sürüklenmesi sonucunu verdi. Ancak bu mafyacı ve asalak burjuvazinin dünya pazarı üzerinde kendine bir yer edinmeye çalışması kendi pazarının zayıflamasına hiçbir şekilde izin vermek istemeyen Amerikan emperyalizminin hâkimiyetiyle doğrudan çatışıyordu.
Dolayısıyla bu savaşı emperyalizmin savaşı olarak nitelemekte ve şu şiarları öne çıkartmakta haklı değil miydik: “Ne Putin, Ne Biden! Ukrayna’daki bütün Rus birliklerinin ve NATO birliklerinin geri çekilmesi ve NATO’nun lağvedilmesi!”
Gene, savaşın patlak verdiği andan itibaren bir sonraki aşamanın Çin’i hedef alacağı konusunda uyarıda bulunmamış mıydık? O Çin ki, her ne kadar asalak ve karşıdevrimci bir bürokrasinin kullanımında ve onun çıkarları doğrultusunda da olsa üretici güçlerin önemli bir bölümünün hala devlet mülkiyetinde olduğu bir rejimdir. Ama işte bu devlet mülkiyetinde oluşu, onun gene de en azından bir bölümüyle piyasa yasalarının kurallarının dışında kalmasına neden olmaktadır ki, bu da hep daha büyük kârlar arayışındaki Amerikan emperyalizmi için yıkılması zorunlu- ki bunu artık saklamaya da gerek duymuyor- bir engel haline dönüşüyor. Ancak 2022 yılının Kasım ayında Çin’de meydana gelen gösteriler Çin işçi sınıfının, kendisine yönelen darbelere sessizce boyun eğmeyeceğini herkese hatırlattı. Nitekim Çin işçi sınıfının bağımsız eylemi, haklı olarak, hem bürokrasi tarafından, hem de ülkede işçi sınıfının sömürüsünden muazzam kârlar elde eden Apple benzeri çokuluslu şirketler tarafından tehdit olarak algılandı.
2) Mevcut savaşın kapitalist, emperyalist doğasının kanıtlanmasına gerek bile kalmadı.
Belli başlı emperyalist ülkelerde bu savaşın doğası şu üç ayaklı projede ifadesini buluyor: a) Savaş ekonomisine yapılan dev yatırımlar,
b) Emekçilere ve gençliğe yöneltilen çok şiddetli saldırılar; yani onların sınıf mücadeleleriyle kazanmış oldukları bütün hakların ve güvencelerin toplumun içine sürüklendiği eğreti çalışma ve taşeronlaştırma”nın genelleştirilmesiyle budanması, demokratik haklarının, örgütlenme haklarının saldırıya uğraması en önemlileri kamu hizmetlerinde olmak üzere bütçe kesintilerine maruz bırakılmaları ve ücretlerin alım gücünün düşürülmesi.
c) Çokuluslu şirketlerin bu durumdan elde ettikleri astronomik kârlar (Ek’e bakın). Ama bu olgunun bir diğer yüzü de şudur: Başlıca emperyalist ülkelerde bu üç ayaklı projenin devreye sokulabilmesi, savaş ve savaş ekonomilerine, bu ülkelerdeki “solcu” ya da sağcı hükümetlerin, işçi sınıfı adına hareket ettiklerini ileri süren büyük örgütlerin veya işçi hareketinin tarihsel örgütlerinden neşet etmiş yönetimlerinin açık destek sunmaları sayesinde mümkün oluyor (bkz. Ek).
Söz konusu olan, bundan yüz yıl kadar önce emperyalist savaşa destek vermiş II. Enternasyonal’in hain yöneticilerinin uygulamış oldukları kutsal ittifak politikasının bugün de sürdürülmesidir.
Bu politika, daha sonraki onar yıllık zaman dilimleri zarfında “Halk Cephe”leri biçimlerinde görülenler de dahil, işçi hareketinden neşet etmiş partilerin kapitalist sınıfla ittifakına dayanır.
IV. Enternasyonal 1930’lu yılların ortalarında “Halk Cephe”leri politikalarının ortaya çıktığı dönemde, kitlelerin burjuvaziye karşı kendi sınıf örgütlerinin birleşik cephesi özlemini duydukları anlarda gündeme getirilen ve işçi partilerinin “demokratik” burjuvaziyle ittifak yapmasını öneren politikalara hep karşı çıktı. Bu Halk Cephesi politikalarının devreye sokulması 1936 ‘da Fransa ve İspanya’da ve daha sonra da 1973’te Şili’de işçi sınıfının en büyük yenilgileriyle sonuçlandı. İşçi partilerinin burjuvaziyle bu türden ittifak politikaları günümüzde de 1994 yılından bu yana Güney Afrika’da/Azanya’da ANC/COSATU/ Güney Afrika Komünist Partisi arasındaki üçlü ittifakta sürdüğü gibi, yarın öbür gün PT, PSOL ve emperyalizm yanlısı burjuva partileri arasında da gündeme gelebilir.
Bütün bu ögeler 2022 sonu itibariyle buluşup bütünleşiyorlar. Üstelik bunlara eklenen bir öge daha vardır ki, o da şudur: Tarihsel olarak inşa edilmiş işçi hareketinin geleneksel örgütlerinin önemli bir kesiminin sınıf karakteri olmayan, sınırları daha muğlak ve daha şekilsiz yığışımlara dönüştürülerek tasfiye edilmelerini açıkça telaffuz eden yozlaşmış önderliklerinin ortaya çıkmış olmasıdır. Kendini popülist (duruma göre bazen Sol-Popülist) olarak adlandıran bu akım, geleneksel işçi örgütlerine karşı buyurgan bir tavır sergilemekte, işçi sınıfına “halk”ın içinde erimesini salık vermekte, işçi hareketinin parti ve sendika gibi özgün örgütlerinin halkın zaten kendi hareketi olduğu varsayılan yöne-timlerine tabi olmasını dayatmaktadır.
Birçok ülkede, şu ya da bu biçim altında, işçi hareketinden neşet etmiş bir dizi örgüt on yıllardır sınıf mücadeleleriyle koparılıp elde edilmiş haklarını fiilen sorgular hale getirilmişlerdir. Kendi ülkelerinde partiler ya da amorf yapılar olarak hükümetlere ortak olduklarında IMF’nin, Dünya Bankası’nın ve Avrupa Birliği’nin planlarını kabullenerek uygulanmalarına destek veriyorlar.
Hükümetlere doğrudan katılımlarının söz konusu olmadığı durumlardaysa çeşitli işçi sendikalarının yöneticileri olarak üyelerinin haklarını ve güvencelerini savunmak için işçi örgütlerinin birleşik mücadelesinin sorumluluğu doğrultusunda hareket etmek yerine mevcut hükümetlerin “sosyal diyalog”, “sosyal uzlaşma” veya “yönetişim” benzeri başka bir dizi uygulamasına destek vererek onların korporatizm anlayışlarına teslim oluyorlar.
Bu politikanın sonucu olarak da, bir yandan işçi sınıfının birçok sektörünün artan yoksullaşmasına sebebiyet verilirken, öte yandan da öyle bir toplumsal çözülmeye giriliyor ki, bu da, bütün kötülüklerin temelinin “yabancı”dan, “göçmen”den kaynaklandığını ileri süren aşırı sağcı, demagojik ve popülist bir akımın beslenmesi için bereketli bir zeminin doğmasına neden oluyor. Çok açıktır ki, emperyalist ülkelerdeki başlıca işçi örgütlerinin bu yönelişi Macaristan gibi ülkelerde aşırı sağcı, İtalya’da faşizan rejimlerin iktidara gelmesine yol açarken, ABD’de Trump örneğinde görüldüğü gibi, her düzeyde aşırı sağcı ve ırkçı akımların gelişiminin toplumsal zemininin oluşmasına neden oluyor. Başka biçimler altında benzer süreçler emperyalizme bağımlı ülkelerde de gerçekleşiyor. Hindistan’da aşırı gerici Modi hükümetinin kökleşmesi ya da Filipinler’de Marcos ailesinin mirasçılarının iktidara geri dönmeleri gibi.
Aynı zamanda Lenin’in emperyalizm tanımını tümüyle doğrular bir biçimde bütün kapitalist ve emperyalist hükümetler eski sömürgelerin ve Asya, Afrika ile Latin Amerika’nın bağımlı ülkelerinin talanına aktif bir tarzda katılmaya devam ediyorlar. Bu politikalarıyla da ülkelerin parçalanması ve çözülmesine sebebiyet verecek savaşları bilinçli olarak kışkırtıyorlar. Bu savaş ve çatışmalar sahtekârca “etnik” çatışmalar olarak gösteriliyor, oysa ki bunlar, doğrudan emperyalist ülkelerin çokuluslu şirketlerinin bu ülkelerin geçmiş sömürge dönemlerinden gelen talanlarından sağlanan doğal zenginliklerinin yeni sömürgeci bir tarzda ele geçirilmesi için çıkartılan çatışmalardan oluşuyor.
20. Yüzyıl başı emperyalizmiyle 21. Yüzyıl başı emperyalizmi arasındaki fark, Lenin’in bir yüzyıl önce gösterdiği gibi, o zamanlar resmi işçi hareketinin yönetici zirveleri emperyalizme destek politikalarını, hatta emperyalist hükümetlere katılmalarını sömürgeleştirilmiş ülkelerin talanından emperyalist ülkelerin işçi sınıflarının üst tabakalarının imtiyazlı konumlar elde etmeleri olgusuna bağlayıp “haklılaştırıyorlardı.” Böylece “muhteşem emperyalist sofradan dökülmüş” birkaç kırıntıyla beslenen işçi aristokrasisi emperyalizmin planlarına ustalıkla dahil ediliyordu.
Günümüzde artık bu bile tam anlamıyla doğru olmaktan çıkmış bulunuyor. Emperyalizmin eski sömürgelerden doğmuş ülkeleri parçalama ve talan etme politikaları kuşkusuz günümüzde de artarak sürüyor. Günümüzde bir yüzyıl öncesinden farklı olarak bu talan artık yeni sömürgecilik tarzında devam ediyor. Ancak bundan elli ya da yüz yıl öncesinden farklı olarak, emperyalizmin mevcut krizi emperyalist ülkelerin işçi sınıfı aristokrasisine bu talan sonucu “emperyalist masadan dökülen” kırıntılardan faydalanabilmeleri imkanını vermiyor.
Yaklaşık olarak otuz ya da kırk yıldır emperyalist ülkelerin işçi sınıfları da eski sömürgelerin içine girmiş oldukları yıkım ve talan sarmalına paralel olarak bir toplumsal gerileme ve çözülmeye sürüklenmiş bulunuyorlar. Aralarındaki fark sadece şu: Genel batış eğilimi sabit kalmak koşuluyla, söz konusu olan ister daha gelişmiş ister daha az gelişmiş ülke olsun (ki bu durum sınıf mücadelelerinin evrensel birliğinin temelini oluşturuyor) emperyalist ülkelerin proletaryası bu batışa diğerlerine göre çok daha yavaş giriyor.
3) Günümüzdeki gelişmeler Lenin’in tanımlamış olduğu haliyle emperyalizmin tabiatının nasıl da her düzeyde gericilik anlamına geldiğinin çok geniş manada doğrulanışıdır.
Bu emperyalizm dünya pazarının özellikle doymuşluğu ve parçalanmışlığı nedeniyle giderek sanallaşan bir gelişmenin üretici güçlere güven vermekten uzak oluşuyla karakterize ediliyor. Ama aynı zamanda Marx’ın formülüne göre üretici güçlerin süratle yıkım güçlerine dönüşme eğilimini de bağrında taşıyor. Şöyle ki: “Üretici güçlerin gelişiminin belirli bir evresinde var olan ilişkiler çerçevesinde, ortaya çıkan bazı üretici güçlerle dolaşım araçları artık habisleşerek üretici güç olmaktan çıkıp yıkım güçleri haline bürünürler (makinalaşma ve para) (Alman İdeolojisi). Makinalaşmayla paranın temsil ettiği yıkım güçlerine Rosa Luxemburg haklı olarak militarizmi (silah sanayii) de ekledi.
Sonuç olarak üretici güçler proleterin işgücünün yıkılmasının araçları haline gelmeye başladı. Bu ise bütün insanlık için bir tehdittir (Ek’e bakın).
Çevre üzerindeki tehdit insan soyu üzerindeki tehditten ayrı düşünülemez. İklim değişikliğine uyarlanmaya ve ondan korunmaya yatırım yapılamamasının sebebi temel kâr kaynağının insanlığı iklim değişikliklerine karşı korumaktan değil, tersine insanlığın varlığını dahi tehdit edecek riskler pahasına mevcut durumdan çıkar sağlayacak şekilde tüm artık-değere el konulması mekanizmalarının en uç noktalara kadar uzandırılmasından elde edilmesidir. İnsan soyu kapitalist sistemin çözüm aramayı yasakladığı ve adına doğal âfet denilen (Pakistan’da seller, Somali’de susuzluk)* olaylar karşısında tümüyle batma tehdidi altındadır. Bu tehdit aynı zamanda nükleer enerjinin kullanımıyla da artıyor. Şöyle ki: Aslında insanlığın refahının ve hayat seviyesinin iyileştirilmesi açısından potansiyel olarak gelişmeye yaraması gereken bir kaynak olan nükleer enerji, askeri alandaki (nükleer silah) ve “sivil” plandaki kendisini denetimsiz tarzda kullanan sermayenin yol açtığı doğal tahribat sebebiyle insanlık için bir yıkım tehdidi haline gelmiş bulunuyor.
Tam bu noktada kapitalizmi “insanileştirmeye” ve ona insani ve ekolojik bir veçhe kazandırma iddiasındaki bütün propagandalara da değinmemek olmaz. Şu açıktır ki, üretim araçlarının özel mülkiyeti üzerine kurulmuş bir rejim çerçevesinde herhangi bir sosyal ve hakiki “çözümü” ortaya koymak mümkün değildir. Bu kapitalist dünya sistemi yıkılmadan önce hastaya, yani dünyaya ancak son derece kısmi ve geçici ilaç reçeteleri sunulabilir, fazlası değil.
4) Emperyalizmin her düzeydeki gericiliği burjuvazinin yükseliş döneminde en azından kısmen dahi olsa gerçekleştirmek zorunda kaldığı en temel demokratik hakları artık karşılama yeterliliğini de yitirmiş olmasının da ötesinde, bir önceki dönemde işçi sınıfının esas olarak kendi mücadelesiyle kazanmış olduğu bütün demokratik mevzileri yok etmek istemesinde yatıyor.
Diğer ezilen kesimlerden farklı olarak, sadece işçi sınıfı, ama sadece o, önüne toplumsal kurtuluş hedefini koyabileceğinden en temel demokratik taleplerin tatmini veya gerçekleştirilmesinin koşullarının yaratılabilme imkanına da o sahiptir.
Özellikle ulusal sorun ve ulusların egemenliğini hedefleyen şiarların ortaya konulmasında da işçi sınıfının öncülüğü söz konusudur. 1950- 1960 yıllarında biçimsel politik bağımsızlıklarını kazanmış ülkeler, gene de emperyalizmle ilişkilerinde bir tabiliğe, bağımlılığa ve daha sıklıkla ulusal birliklerinin parçalanmasına ve talanına uğradıkları gibi, yabancı askeri müdahalelere de maruz kalmışlardır.
Egemenliklerini elde etmiş ülkeler yeniden emperyalist ülkelerin köleleri haline gelmişlerdir. Burada sorun sadece onların ulusal sorunu çözme konusundaki yetersizlikleri değil- çünkü burada süreç tarihin tekerinin tersine dönmeye başlamış olmasıdır- ulusal egemenliği hedefleyen her zorunlu adımın emperyalizmden kopuş sorununu gündeme taşımasıdır. Bu durum özellikle dış borcun ödenmemesi talebinin özünü oluşturur- çünkü bu borç halkların borcu değildir- ve son yılların deneyimlerinin de gösterdiği gibi bu talebe bilinçli ya da bilinçsiz karşı çıkmak emperyalizmin âleti olmakla aynı anlama gelir.
Ulusal sorundaki çözümsüzlük, siyahların durumu bağlamında ABD’de de geçerlidir.
İşte bu yüzden de kendisini Lenin ve Troçki’nin Komünist Enternasyonal’inin takipçisi telakki eden IV. Enternasyonal ABD’nin siyahi halkının (Amerikan proletaryasının tam merkezinde yer almasına rağmen, yüzyıllardır maruz kaldığı kölelik, ayrımcılık ve kurumsal ırkçılık koşullarında) fiilen, özel bir tarzda da olsa kendi kaderini tayin etme hakkına sahip bir ezilen ulus meydana getirdiğini kabul eder. Siyahların ABD’deki kendi kaderlerini tayin hakkının gerçekleşmesinin yolu, bu ülkede kitlesel bir işçi sınıfı partisi için yürütülecek mücadeleyle bağlantılı bir bağımsız siyah işçi partisi için mücadeleden geçer. Bir başka ifadeyle bunun yolu işçi hareketinin emperyalist kapitalistlerin iki partisinden biri olan Demokrat Partiden kopmasından geçer.
Benzer durum Filistin ulusal sorununun çözümü/çözümsüzlüğü konusunda da yaşandı ve yaşanmaya devam ediyor. Emperyalizm, SSCB bürokrasisinin de desteğiyle, Siyonizme yaslanarak sözde Yahudi sorununu çözmek amacıyla Filistin’in paylaştırılması sahte çözümünü dayattı (BM’nin 181 no’lu kararı). İşte bu yüzden IV. Enternasyonal 1947 yılından bu yana Filistin meselesinin çözümüne ilişkin şu tek mümkün yolu savunmayı sürdürüyor: Birleşik bir Filistin! Tarihsel Filistin toprakları üzerinde cinsiyetine, kökenine dinine vs., bakılmaksızın – tabii zorla göç ettirilmiş olanların geri dönüş haklarını da güvence altına alan- Filistin ulusunun Arap ve Yahudi bileşenlerinin birlikte yaşayacakları laik ve demokratik tek bir Filistin Devletinin kurulması.
Bu yol, gençlik için olduğu kadar, kadınların demokratik taleplerinin çözümü için de geçerlidir. IV. Enternasyonal’i burjuva feminizminden farklı kılan yanı şudur: IV. Enternasyonal de, kadınlarla erkekler arasında haklarda demokratik eşitlik hedefini kendi adına sahiplenmekle birlikte, buna varmanın zorunlu yolunun, kadınların maruz kaldıkları patriyarkal baskıyla çifte sömürünün sürüp gitmesine neden olan kapitalist rejimin yıkılmasından geçtiği sonucuna varır. Dolayısıyla kadınların kurtuluşunu öngören politik şiarların bütününün- eğer kadınlara özgü şiarlara ve gene kadınlara özgü seferberliklere ihtiyaç duyuyorsa- tam anlamıyla gerçekleşebilmeleri için işçi sınıfının genel hareketiyle birleşmeleri gerekir. Bu birleşmenin gerçekleşmesine katkıda bulunma görevi de IV. Enternasyonal’in omuzlarındadır.
5) Buraya kadar ifade ettiklerimizden sosyalizm için mücadelenin zorunluluğuna varıyoruz.
Kapitalist sistemin yaşayabilmesi ancak çok büyük yıkımlar pahasına mümkündür. Kapitalizmi daha yaşanabilir ve “insanileştirilebilir” hale getirmek isteyen bütün teşebbüsler insanlığın yaşayabilmesi için hep daha büyük tehditler oluşturmuşlar ya da daha büyük yıkımlara sebebiyet vermişlerdir.
İnsanlığı tehdit eden ölümcül krizden çıkılabilmesi için zenginlikleri üretenlerin onları ellerinde tutanlardan geri almaları dışında bir çözüm yoktur. Bu güç üreticiler sınıfıdır, işçi sınıfıdır. Toplumun sosyal ve ekonomik zemini baştan aşağı yeniden örgütlenmelidir. Bunun için emekçi halk tarafından üretilen zenginliklerin bizzat emekçi halka dönmesi gerekir. Tabii bunun için de büyük üretim ve mübadele araçlarının toplumsallaştırılması zorunludur. Ama bunun da bir adı vardır: İşçi hareketinin hedefi sosyalizmden başkası olamaz.
IV. Enternasyonal bütün işçi hareketi tarihinin sürekliliği içinde, yani Birinci, İkinci ve Üçüncü Enternasyonal’ler dönemlerinde olduğu gibi, hep sosyalizm için mücadele etmiştir. Bu mücadele uluslararası ölçekte yürütülecek olup, ancak sermayeyi mülksüzleştirerek üretim araçlarını toplumsallaştıracak bizzat işçi sınıfının yönetiminde bir kitle hareketi tarafından siyasal iktidarın fethi yoluyla kazanılabilir.
Sosyal Demokrasinin ve Stalinizmin ihanetine rağmen, bunların, işçi hareketinin ve genel olarak işçilerin üzerinde yol açtıkları korkunç tahribata rağmen, sosyalizm adını kullanarak sebep oldukları yenilgilere rağmen, bütün insanlığı bu adım dışında, geçici bir süre için onunla yürüyerek sınıfsız ve devletsiz bir topluma, yani sömürüden ve baskıdan kurtulmuş bir topluma, yani komünizme ulaştıracak sosyalizmden başka bir araç yoktur. İşte IV. Enternasyonal’in mücadele ettiği hedef budur.
6) Dünyanın her yanında ezilen ve sömürülen kitleler kendi hareketleriyle ayaklanmalara ve kitlesel seferberliklere yürüyorlar.
Son birkaç yıl zarfında Cezayir’de “Hirak” hareketini, Şili’deki devrimci ayaklanmayı, ABD’deki muazzam “Siyah Hayatlar Kıymetlidir” hareketini ve bunu izleyen görülmemiş işçi grevleri dalgasını, Sudan’da, Kolombiya’da ve Sri Lanka’da işçilerin ve halkın ayaklanmasını, Çin’deki grev hareketlerini, İngiltere ve diğer Avrupa ülkelerindeki grevleri ve işçi sınıfı eylemlerini yaşadık.
Günümüzde işçilerin ve gençlerin mücadele azimlerinin yetersiz olduğunu söyleme gafletinde bulunanlar ya gerçekten çok bilinçsizler ya da düşman sınıfa satılmış bürokratlardır. Çünkü bunun tam tersine, yaşamakta olduğumuz dönem, milyonların hakları için, demokrasi için ve egemenlikleri için kitlesel ayağa kalkışlarına tanıklık ediyor. Üstelik, istisnasız bütün bu hareketler geleneksel işçi ve demokratik siyasal önderliklerinin yönelişlerine karşı gelişiyor.
Bu önderliklerin tümü – kendilerinin kışkırtmış olmadığı, büyük ölçüde kendilerine rağmen doğmuş kitle hareketlerinin karşısında- denetimi yeniden ele geçirmek ve işçilerle halkın isyanının akışını daha sakin yataklara akıtmak için ellerinden geleni artlarına koymuyorlar. Her biri bu yükselişi mevcut kurumların ve Devletin yaşamlarını sürdürmesine ve üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet rejiminin korunmasına uygun bir çerçeveye geri döndürebilmek için ülkelere, kıtalara, bölgelere ve ulusal geleneklere göre farklı biçimlerde ve farklı ifadeler kullanarak da olsa mümkün olan her şeyi yapıyorlar.
Kitlelerin hareketi ile geleneksel önderliklerin politikaları arasındaki çelişki nedeniyle yaşanan hareketler ne kadar güçlü olurlarsa olsunlar, hatta kimi kısmi kazanımlar elde ettiklerinde bile – mesela Sri Lanka’da devlet başkanının görevi bırakmak zorunda kalması, Cezayir’de rejimin ileri gelenlerinin iktidardan düşmesi gibi temel meseleyi çözüme kavuşturamıyorlar: Ekonomi kimin denetiminde, toplumu kim yönetiyor, hangi sosyal sınıf üretim araçlarının denetimini elinde tutuyor?
İşçiler harekete geçtiklerinde, öncelikle tarihsel olarak oluşturmuş oldukları örgütleri kullanmaya yönelirler; bunlar işçi sendikaları ve kimi durumlarda da siyasi partilerdir. Ancak tüm bir toplumu ilgilendiren en önemli sorun işçi hareketinin önderliği sorunudur. Zaten IV. Enternasyonal’in kuruluş programında öne çıkarılan sorun da budur: “İnsanlığın krizi gelip devrimci önderlik krizine dayanmış durumdadır.”
7) Bundan otuz yıl önce Sovyetler Birliği’nin dağılması dünya tarihinde çok önemli bir dönüm noktasıydı. 20. Yüzyılın en büyük devrimci kazanımından geriye kalan her şey, özellikle üretim araçlarının kolektif mülkiyetine dayalı toplumsal rejimin çökertilmesiyle tasfiyeye uğradı.
Bunun öncesinde, on yıllar zarfında, bu devlet mülkiyetinin imtiyazlı oligarklar, asalaklar ve kolektif mülkiyetin yağmacıları tarafından kullanılmış olduğu doğrudur. Ama buna rağmen, Sovyetler Birliği’ndeki toplumsal ilişkiler özel mülkiyete değil devlet mülkiyetine dayalıydı. Bürokrasi bu devlet mülkiyetinin kendisine değil kullanımına el koymuştu. Bu nedenle mevcut durum devam ederken, Ekim Devriminin asli unsurları nihai olarak tasfiye edilmediği sürece, onlar, sadece SSCB’de değil hatta onun da ötesinde uluslararası ölçekte kapitalist ülkelerde de işçilerin kurumlarının, kazanımlarının, kolektif güvencelerinin, sosyal güvenlik rejimlerinin, yani yalın bir ifadeyle örgütlü ve çıkarlarının bilincinde bir işçi sınıfının temelini oluşturan bir bütünün parçasıydılar. Ve işçi örgütleri ihanetçi önderlikler tarafından yönetildiklerinde bile, her zaman bu temele dayanmış, bunun üzerine oturmuşlardır.
Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından bu yana geçen zaman zarfında ise yeni olan şudur: İşçi sınıfının 21. Yüzyıldaki temel kazanımlarının yıkımı, işgücünün değerini oluşturan ve tüm dünyada işçi sınıfı mücadelesi yoluyla kazanılmış olan hakların ve güvencelerin dünyanın her yerinde tartışmaya açılmasına yol açmıştır. Tüm kıtalarda ve tüm ülkelerde sağ ya da sol hükümetler tarafından bu kazanımlara yönelik saldırılar başlatıldı. Bütün bu hükümetler, piyasa ekonomisinin kaçınılmaz olduğu varsayımıyla özelleştirmelere, sosyal güvenlik sistemlerinin yıkımına ve toplu iş sözleşmelerine yönelik saldırılara katkı sundular.
Haklara ve güvencelere yönelik bu saldırının sonucu, işçi sınıfının örgütlerinin kendilerinin de sorun olarak görülmeye başlanmış olmasıdır. Bugün sürekli güç kaybetmekte, içeriği boşaltılmakta ve çeşitli düzeylerde devletle bütünleşmiş veya bütünleşme sürecinde olan işçi sendikaları bile devreden çıkartılmaya çalışılmaktadır. Sınıf temeli üzerine inşa edilmiş olan partilerin de kendi kendini tasfiyesi söz konusudur, öyle ki, İtalyan Komünist Partisi’nin Hıristiyan Demokratların kalıntıları ile ortak bir oluşum içinde çözülmesi sadece birkaç yıl almıştır. Fransa’da popülizm Boyun Eğmeyen Fransa (LFI) biçiminde karşımıza çıkmıştır ve bir sınıf partisi olmadığı iddiasındadır. Eski “Sol” partilerin ve özellikle birçok ülkedeki komünist partilerin önderliklerinin hemen hepsinin “1917 Ekim’iyle açılmış olan sayfanın sonsuza kadar kapanmış olduğunu” iddia etmek konusunda uzlaşıyor olmaları ibretliktir.
İşte bu nedenle günümüzde işçi hareketinin yeni bir eksende yeniden inşası ve IV. Enternasyonal üyesi olsunlar veya olmasınlar, işçi sınıfı zeminine geri dönüşün gerekli olduğu konusunda ortaklaşan işçilerin, grupların ve militanların eylemlerini uyumlu hale getirmeleri bir zorunluktur.
Hayır! Ekim 1917 ölmedi! Çünkü 1917 Ekim’i, Paris Komününden sonra tarihte ilk kez işçi sınıfının kapitalist sınıfı mülksüzleştirmesini gündeme getirmiştir.
8) Yaşamakta olduğumuz dönem, bize her gün sınıflar mücadelesinin dünya çapında ne denli bütünlük arz ettiğini teyit ediyor.
IV. Enternasyonal “Bloklar”, “Kamplar” ve “Dünyalar” arasındaki mücadeleye dayalı teorileri her zaman reddetmiş ve sınıf mücadelelerinin dünya ölçeğindeki birliği bakış açısına sahip olmuştur. Sol Muhalefet’in takipçisi olarak, “Tek Ülkede Sosyalizm” adı verilen ve Marksizme zıt sözde teorinin, yalnızca gelişen bürokrasi tarafından dünya devrimi için mücadelenin terk edilmesine hizmet ettiğini ortaya koymuştur.
Bugün karşı karşıya olduğumuz üretim araçlarının özel mülkiyetine dayalı sistem, tek ve aynı iflas etmiş sistemdir. Savaş kışkırtıcısı hükümetlerin kana susamış siyasetlerini ve ezilen ulusların işçilerinin ve halklarının boğazını sıkan İMF, Dünya Bankası gibi uluslararası kuruluşların planlarını yönlendiren budur. Çin Devriminin kazanımlarını geriye döndürme arayışında olan ve büyük emperyalist metropollerdeki proletaryanın sömürü koşullarını daha da kuralsızlaştıran tek ve aynı sistemdir. Tek bir dünya piyasası ve tek bir işçi sınıfı vardır ve bugün her zamankinden de daha fazla Marx ve Engels’in Komünist Manifesto’daki çağrısı olan “Tüm Ülkelerin İşçileri Birleşin!” yüz milyonlarca sömürülen insan için tek çıkış yoludur.
Bugün her zamankinden daha fazla, hiçbir ülkedeki hiçbir işçi sınıfı militanı, kitlelere sosyalizm için mücadelede yardımcı olma fikrini benimseyen hiçbir örgüt şu soruya yanıt vermekten kaçamaz: İşçi sınıfına hangi enternasyonal işçi partisi yardımcı olacaktır? Marx ve Engels bu soruya uluslararası ölçekte önce “Komünist Birlik” içinde, daha sonra da Uluslararası İşçi Birliği’nin (1864, Birinci Enternasyonal) kuruluşuna destek olarak yanıt vermeye başlamışlardır. Bu çaba, Engels tarafından 1889’daki İşçi Enternasyonal’inin (İkinci Enternasyonal) ilanına odaklanılarak devam ettirilmiştir. 1914 Ağustos’unda İkinci Enternasyonal’de yaşanan ihanetin hemen ardından Lenin yeni bir devrimci İşçi Enternasyonal’inin gerekliliği sorununu formüle etmiş ve 1919’da Komünist Enternasyonal’in kuruluşunun temellerini atmıştır. 1938’de Lev Troçki tarafından kurulan IV. Enternasyonal’in süreklilik içinde olduğunu iddia ettiği gelenek budur. Günümüzde işçi örgütü yönetici aygıtlarının her geçen gün artan bir düzeyde kendi burjuvazilerine tabi oluşları (en güçlü olan ABD burjuvazisine doğrudan tabi olmadıkları durumlarda dahi) resmi işçi hareketinin en basit uluslararası (enternasyonal) yeniden bir araya gelişlere (bırakalım örgütlenmeyi, konferans ya da toplantılara) bile uzak durmalarına neden oluyor.
IV. Enternasyonal’in Yeniden Teşkili Örgütlenme Komitesi (OCRFI) ise, tersine, sosyalizm için sınıf mücadelesine samimiyetle bağlı her grubu, Sosyalist Devrimin Dünya Partisi’ni meydana getirmek için gerekli olan tartışma ve davranış için bir araya gelmeye davet ediyor.
9) IV. Enternasyonal’in uzun bir tarihi vardır. 1938 yılında kurulmuştur. Kuruluşundan itibaren programında Birinci, İkinci ve Üçüncü Enternasyonal’lerin devamcısı olduğunu ileri sürmüştür. IV. Enternasyonal’in de aslında krizlerle dolu uzun bir tarihi vardır. Bu krizlerin her birinde IV. Enternasyonal’in kimi seksiyonları sosyalizm mücadelesinden vazgeçerek burjuvazi ile ittifaka yönelimli bürokratik aygıtların egemen olduğu partilerle aynı hizaya geçmişlerdir.
OCRFI ise kitlelerin mücadelesiyle kazanılacak bir sosyalizm perspektifinde ısrarcı. Bizler IV. Enternasyonal’in kurucu programı olan Geçiş Programı’nın yönteminin ve sloganlarının halen tümüyle yaşadığımız duruma uyarlanabilir olduğunu düşünüyoruz.
Bizler için bu program, Lenin’den alıntılayarak ifade edersek, “bir dogma değil bir eylem kılavuzudur”. Ve bu bakış açısından hareketle, kitlelerin eylemlerine, bu programın formüle ettiği şekilde, bir işçi hükümeti için mücadele yönünde yardımcı olmayı zorunlu görüyoruz. Gene bu programın bir birleşik işçi cephesi için mücadele formülasyonunu da, yani kitlelerin hareketine burjuvaziden kopmaları için yardımcı olmak (veya boyunduruk altında olan ülkelerde bir antiemperyalist cephe ile ilgili önerdiği yöntem) yönündeki düsturlarını da aynı şekilde olmazsa olmaz görüyoruz. Yine geçiş talepleri yöntemini, yani kitlelerin acil talepleri işçi sınıfının iktidara gelmesi konusu arasında köprü kurmayı, veya bu programın işçi demokrasisi sorununu ve kitle örgütlerine yardımca olma sorununu ele alışını amaca uygun görüyoruz.
Bütün bunlarla birlikte şunun da farkındayız: Bugün işçi hareketinin daha önce görülmemiş ölçekteki krizi oldukça yeni bir durum yaratıyor. Şöyle ki: Tüm dünyada, her bölgede, çeşitli gruplar, militanlar, örgütler, IV. Enternasyonal’in programını benimsemek zorunda olmadıkları veya sahiplenmedikleri halde onunla birlikte çalışıyorlar. İşçi sınıfının kendi hareketini, kendi örgütlerini yeni bir eksende, sınıf bağımsızlığı ekseninde yeniden oluşturmasına yardımcı olmaya çalışıyorlar. Bu hem onlar için, hem bizim için, işçilerin kendi elleriyle kurtuluşu hedefinden, yani üretim araçlarının toplumsallaştırılması, yani sosyalizm hedefinden vazgeçmemek anlamına geliyor.
İşte bizler, bu nedenle 29-30 Ekim 2022 tarihlerinde Paris’te “Savaşa ve Sömürüye Karşı ve Bir İşçi Enternasyonali için Açık Dünya Konferansı”nı ve bunun öncesindeki “İşçi Kadınlar Uluslararası Konferansı”nı toplamak için çok çaba harcadık. Bunların hepsi 2016 yılında gerçekleştirdiğimiz Mumbai (Hindistan) konferansının devamıydı. Bu sebeple Uluslararası İşçi Komitesi’nin (IWC) Ekim 2022 yılında kararlaştırmış oldukları bütün kampanyaları destekliyoruz.
Ortak eylem ve ortak girişimler için herhangi bir önkoşul öne sürmüyoruz. Kendi pozisyonlarımızı kimseye dayatma arayışında da değiliz. Ama özellikle Uluslararası İşçi Komitesi (IWC) içinde ortak eyleme giriştiğimiz tüm yoldaşlarımıza şunu söylüyoruz: IV. Enternasyonal’in Yeniden Teşkili tartışması sadece Troçkist olduğunu iddia eden militanlara ait bir tartışma değildir.
2023 sonbaharı için hazırladığımız konferans, IV. Enternasyonal’in programının güncelliği ile ilgili tüm konuları gündeme aldığı için, başka soruları da çağırıyor. Şöyle ki: Öncü bir partinin inşası ve Rus Devriminde olduğu gibi iktidarın Menşevikler ve Sosyalist Devrimcilerin önerdiklerinin tersine burjuvaziyle ittifak yapılmaksızın işçi sovyetlerince ele geçirilmesi yolunda Lenin’in yürüttüğü ve daha sonrasında Stalinci yozlaşmaya uğramadan önceki III.Enternasyonal’in kuruluşuna giden mücadelesinin güncelliği; Marx’ın I. Enternasyonal’de işçi hareketinin tüm akımlarını, kendilerine ne ad veriyor olurlarsa olsunlar, işçi sınıfının bağımsızlığı zemininde yer alıyorlarsa yeniden bir araya getirme konusunda yürüttüğü mücadelenin devam ettirilmesi; Engels’in II. Enternasyonal içinde kitlesel işçi partilerinin kurulması ve oluşturulması için verdiği mücadelenin devam ettirilmesi. İşte bu nedenle bu çağrımızı işçi ve demokratik hareketin tüm militanlarına, akımlarına ve örgütlerine yapıyoruz. Geçmişleri ve tarihsel kökenleri ne olursa olsun, bizler gibi işçi sınıfının bağımsızlığı ve sosyalizm mücadelesini terk etmemiş olanlara ve özellikle de Savaşa ve Sömürüye Karşı ve Bir İşçi Enternasyonali İçin Dünya Konferansında ve Uluslararası İşçi Komitesinde birlikte çalıştığımız bütün yoldaşlarımıza bu daveti iletiyoruz.
Bütün bu yoldaşları, kabul ederlerse ve isterlerse 2023 sonbaharındaki Troçkist Enternasyonal Konferansta özgürce tartışmaya katılmaya davet ediyoruz. Bunu ille bize katılınması amacıyla değil, ama işçi hareketini yeni bir eksende yeniden inşa etme doğrultusundaki muazzam zor görevin hiçbir akımın tek başına gerçeği elinde tuttuğu iddiasında bulunamayacağı anlamına geldiği ve bu yüzden de görüş alışverişi, bu görüşleri karşılaştırma ve dolayısıyla demokratik tartışmanın kaçınılmaz olduğu ve bunlar olmaksızın işçi hareketinin kendisini yeniden inşa etmesinin mümkün olmadığı için yapıyoruz. İşte bundan dolayı bu davet mektubuyla hem OCRFI örgütlerine, hem uluslararası ölçekte çok daha geniş bir örgütler, gruplar ve militanlar topluluğuna çağrı yapmakta bir sakınca görmediğimizin bilinmesini isteriz. Bütün katılımcılara ulaştıracağımız bir açık tartışma bültenini ileteceğiz.
İmzacılar Pakistan IV. Enternasyonal Pakistan Seksiyonu Peru Enternasyonalist Sosyalist Grup Portekiz “O Trabalho/Communist Manifesto” Grubu Romanya OCRFI Romanya Seksiyonu Rusya OCRFI Rus taraftarları Senegal Senegal Devrimci Araştırmalar Grubu Sırbistan Jacim Milunoviç, işçi militan İspanya Devleti İspanya Devletinden OCRFI üyeleri İsviçre İsviçre OCRFI üyeleri Togo IV. Enternasyonal Togo Grubu (GT4) Tunus LG, işçi militanı Türkiye Sosyalizm Grubu ABD Socialist Organizer Kanada Kanadalı Troçkistler Bağlantı Komitesi (CLTC- OCRFI) Fransa POID’in Enternasyonalist Komünist Eğilimi, OCRFI üyesi IV: Enternasyonal Fransa Seksiyonu Almanya Enternasyonalist Sosyalist Grup (IAK) Macaristan IV. Enternasyonal Macar taraftarları Hindistan Franklyn D’Souza, (Spark) Subash Naik Jorge, Hindistan Franklyn D’Souza, IV.Enternasyonal (Spark) Subash Naik Jorge, IV.Enternasyonal (Spark) Cheruvathoor Denzil, IV.Enternasyonal (Spark) Gausuddin Sheikh, IV.Enternasyonal (Spark) İtalya Enternasyonalist Sosyalist Örgüt Kore Koreli OCRFI destekçileri Meksika Enternasyonalist Komünist Birlik Fas OCRFI Fas Seksiyonu Afganistan A. Nur, K. Gafuri ve Z. Hamid yoldaşlar Cezayir Cezayir Enternasyonalist Sosyalistleri Örgütlenme Komitesi (COSI) Azanya/Güney Afrika IV. Enternasyonal Azanya Seksiyonu Bangladeş IV. Enternasyonal Bangladeş Seksiyonu Belçika Enternasyonalist Sosyalist Örgüt OCRFI Belçika Seksiyonu Benin Beninli Troçkistler Bağlantı Komitesi Brezilya Anisio G. Homem, Pedro Jacobs, José Carlos Santan Büyük Britanya Charles Charalambous, yayıncı, işçi enternasyonalisti Henry Mott, United Emekli Üyeler Seksiyonu (şahsı adına) Mike Calvert, Islington UNİSON ve Tottenham CLP Stefan Cholewka, sekreter, Roochdale Belediye Sendikası Konsey üyesi Nick Phillips, UNİTE üyesi (şahsı adına) Burundi Enternasyonalist Komünistler Birliği (LCI- OCRFI)
Ekler
Kapitalist Sınıf Hiçbir Zaman Bu Kadar Rekor Kârlar Elde Etmedi
“Her 26 saatte yeni bir milyarder doğuyor, oysa ki eşitsizlikler her 4 saniyede bir insanın ölmesine neden oluyor. Dünyanın en zengin on insanının servetleri pandeminin ilk iki yılında 700 milyar dolardan 1500 milyar dolara yükseldi – saniyede 15 bin dolar veya günde 1,3 milyar dolar- oysa aynı zaman zarfında insanların yüzde 99’unun gelirleri düşerken 160 milyon insan daha yoksulluk çukuruna düştü. Eğer bu on insan yarın servetlerinin yüzde 99,999’unu kaybedecek olsalar, gezegenimizde yaşayan insanların yüzde 99’undan daha zengin olmaya devam edecekler.” diye yazmış Oxfam International’ın Genel Müdiresi Gabrielle Bucker. (Oxfam 17 Ocak 2022). “Yılbaşından bu yana dünyanın en büyük petrol şirketlerinin kârları 1500 milyar Sterlin artarken Rusya’nın Ukrayna’ya açtığı savaş nedeniyle enerji fiyatları tırmanışını sürdürdü. 2022 yılının ilk dokuz ayı için Britanya petrol şirketi Shell ile Fransız petrol şirketi Total 59 milyar dolar (51 milyar Sterlin) kâr açıklarlarken rakipleri Chevron ve Exxon Mobil Amerikan şirketleri yılbaşından bu yana 70 milyar dolar kâr açıkladılar. Britanya şirketi BP ise salı günü itibariyle 20 milyar dolar kâr düzeyini aşacağı açıklamasını yaptı.” (The Guardian, 27 Ekim 2022) Yatırım bankaları Covid-19 öncesi yıllara göre kazandıklarının üç katını 2022 yılında ithalat/ihracat ve hammadde finansmanı işlemlerinden (20 milyar dolarlık rekor seviye) kazandıklarını açıkladılar. 2022 yılının ilk altı ayında petrol ve doğal gaz pazarında 6,6 milyar dolar kazandılar ki, bu kazancı 2021 yılında ancak tüm yıl boyunca yapabilmişlerdi. Gene metal pazarında ilk altı ayda 3,1 milyar dolar kazanmışlarken, bütün 2021 yılı boyunca 4,6 milyar kazanmışlar. Tarımsal ürünler piyasasındaysa ilk altı ayda 600 milyon dolar kazandılar, oysa tüm 2021 yılı boyunca 300 milyon dolar kazanmışlardı. (Kaynak: Société d’analyse Coalition Greenwich, Eylül 2022).
Emekçi Kitlelerin Genel Yoksullaşması 2022 yılı Eylül ayında BM Genel Kurulunda 200 NGO “Her dört saniyede bir insan açlıktan ölüyor” açıklamasını yaptı. 2021 yılında açlıkla mücadele eden insan sayısı 828 milyon kişi olarak hesaplanıyordu. NGO’lar bu konuda insani yardım için gereken 49 milyar dolar açığın ortaya konulabilmesi amacıyla devlet başkanlarını ikna etmeye çalıştılar. Bu miktar, 2021 yılında dünya çapındaki askeri harcamalara yatırılan 2113 milyar doların 40’ta 1’ine tekabül ediyordu. Ya da Oxfam’a göre, bu, “fosil yakıt şirketlerinin yıllık kârlarının 18 günlük bölümünden daha azına tekabül ediyordu.” “Save The Children” örgütüne göre “Güney Sudan’da 5 yaşın altındaki 1,4 milyon çocuk kötü beslenmeden muzdaripdi.” Unicef’in bildirdiğine göre “son aylarda 4 milyon çocuk daha Doğu Avrupa ve Orta Asya’da yoksulluk kıskacına girdiler ki, bu da 2021’e göre yüzde 19’luk bir artıştı. (Kaynaklar: Save The Children ve Unicef, Ekim 2022) Dünya Çalışma Örgütünün (ILO)ü cretlerle ilgili 2022-23 yılı raporuna göre dünya çapında aylık ücretler 2022’nin ilk altı ayında yüzde 0,9’luk enflasyon da hesaba katılırsa son yirmi yılda ilk kez reel olarak düştü. G-20 ülkelerinde ücretler ilk altı ayda yüzde 2.2 oranında düştü. Bu oran AB’de yüzde 2.4, ABD’de yüzde 3.2 oldu. ABD’de Harvard Üniversiteli uzman doktorlar “yaşam umudunun feci şekilde düşüşünü” araştırmalarıyla gözlemlediler. Bunun temel nedenini şöyle açıkladılar: “Aşırı ölümlerin sebebi Covid-19’a bağlı olanlar, uyuşturucu kullanımlarının sebep olduğu krizler ve kardiyovasküler hastalıklardır.” Bu araştırmalar ayrıca şunu belirtiyorlardı: ” Bu ölümlerin büyük bir bölümünün ardında sosyal faktörler yatıyordu. Sözgelimi ABD’de yaşam umudu daha kısa olanlar genellikle daha yoksullar, güvencesiz bir beslenmeye terkedilmişler, sağlıklı bir bakıma ya çok az ya da hiç erişemeyenler. İşte bütün bu ve benzeri faktörler yaşam umudunu azaltmsaya katkı sunuyorlar.” (Kaynak: Harvard Health Publishing, 20 Ekim 2022) Büyük Britanya’da yayınlanan “The Conversation” dergisine göre ” 2010 yılından bu yana kamu hizmetlerinin azaltılması ve hayat seviyesinin düşmesi ilâve 335 bin ölüme sebebiyet vermiştir.” Bu, “kamu harcamalarının sert kısılmalarına tekabül eden dönem sonrasına bağlı aşırı ölümler bizi bekleyen gelecek konusunda fikir verebilir. (…) En yüksek aşırı ölüm oranları “toplumun en yoksul yüzde 10’luk kesimine isabet ediyor.” (Ekim 2022)
Dünya Askeri Harcamalarında Patlama Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstütüsü’ne (SIPRI) göre 2021 yılı askeri harcamaların rekor düzeyine ulaştığı yıl oldu(…): 2113 milyar dolar! Bu artışın ardarda gerçekleştiği yedinci yıldı(…) Enflasyon nedeniyle reel anlamda büyüme oranında bir yavaşlama olmakla birlikte, nominal değerler olarak askeri harcamalar yüzde 6.1 arttı.” 2022 yılı sonunda ABD Kongresi 2023 yılı için 2022’ye göre yüzde 8 bir artışla 858 milyar dolarlık bir askeri bütçeyi onayladı. Bu ABD tarihinin en yüksek bütçesi olmanın yanı sıra Rusya’nın askeri bütçesinin 10 katıdır. Bu bütçeye dahil edilen projeler arasında B 83 nükleer bombası vardır ki, bu bomba ABD’nin 1945’de Hiroşima’ya attığı bombadan 40 defa daha yıkıcıdır. Tahmini askeri harcamaları günü gününe izleyen ” Kiel Dünya Ekonomisi Enstitüsüne göre Rusya’nın Ukrayna’yı 2022 yılı Şubat ayındaki işgalinden bu yana ABD ve NATO ülkeleri hükümetlerinin yaptıkları doğrudan askeri yardımlar (Ukrayna ordusuna sağlanan silahlar) ve dolaylı askeri yardımlar (Zelensky hükümetine verilen krediler) 100 milyar dolar seviyesini aşmış bulunuyor. Ayrıca bu askeri harcamalar özellikle NATO ülkeleri ordularının Ukrayna ve Rusya sınırında gerçekleştirdikleri askeri birlik kaydırma operasyonları için kullanılan masrafları kapsamıyor. Üretici Güçler Yıkım Güçlerine Dönüştüğünde Burjuva basınında yer alan gazete ve dergi başlıkları dahi bu yalın saptamayı kabulleniyor. İşte bazıları: ” Araştırmaya ayrılan paralar gerçek hedeflere yönelmiyor. Ne sağlığa, ne eğitime, ne suya ve ne de iklimsel ısınmaya karşı mücadeleye!”, ” Robotlaşma ve insanın yerini makinanın alması milyonlarca istihdamı ortadan kaldırıyor!”, “Covid şunu acı bir şekilde gösterdi: Az rastlanır ve tropikal hastalıklar çok az araştırma konusu olurken, tıp esas olarak zenginlerin hayatını uzatmak için hareket ediyor.” Ve gene ” BM’nin bilimsel ve kültürel araştırma örgütü UNESCO bu konudaki kredilerin silahlanmadan ziyade daha ‘faydalı’ alanlara kaydırılmasını tavsiye ediyor” derken şu itirafa bakın: ” en faydasız keşifler kendi kendine çöküyor(…) Gerçekten bu metavers, bu bitcoin, bu yapay zeka, insan beynine implantlanan çipler neye yarıyor?” (Fransız büyük patronlarının gazetesi “Les Echos”dan aldık, 4-5 Kasım 2022) Alman haftalık dergisi Der Spiegel (30 Ekim 2022’de) şu başlığı atıyor: ” Yoksa Marx Haklı Mıydı?” “Kapitalist sistem” diyor dergi ” artık yeterli sayıda insanın yararlandığı bir sistem olmaktan çıktı. (…) Küreselleşme, beraberinde Alman ekonomik modelini de sürükleyerek parçalanıyor. Uluslararası camia birbirine rakip bloklar arasına sıkışmak üzere, enflasyon zenginlerle fakirler arasındaki eşitsizlikleri daha da derinleştiriyor, bu arada iklim meselesinin çözümüne yönelik bütün hedeflerimizi ıskalamış bulunuyoruz.” “Evet” diyor Der Spiegel ve ekliyor, “Kapitalizmin eleştirisi kuşkusuz yeni bir şey değil, sadece Covid 19 ve Ukrayna savaşı bu eleştiriye çok daha derin bir anlam kazandırdı…” Tabii ki Der Spiegel bu değerlendirmeyi yapıp Marx’ı sadece kapitalizmin bir “eleştirmeni” düzeyine indirirken, bu eleştiriye bütün hayatını vakfetmiş olan Marx’ın vardığı şu sonuca hiç değinmiyor: İşçilerin kendi kurtuluşlarını kendilerinin sağlamasına yardımcı olacak olan İşçilerin Uluslararası Devrimci Partisinin inşasının zorunluluğu.
Emekçilerin Haklarını Savunduğunu İleri Süren Başlıca İşçi Örgütlerinin Yöneticilerinin Savaş Kışkırtıcısı Hükümetlerine Verdikleri Destek
1 Mart 2022 tarihinde Avrupa Komisyonu Başkanı Von Der Leyen Avrupa Parlamentosunun oturumuna şu karar tasarısını sunuyordu: ” NATO’nun varlığı cesaretlendirilmeli”, “Ortak askeri tatbikatların yapılması gündeme getirilmeli”, “Rusya’ya uygulanan yaptırımları sahası genişletilmeli” ve “Ukrayna’yı daha fazla silahlandırmak amacıyla ek fonlar oluşturulmalı.” Avrupa Sosyalist Partisi gruplarıyla Sol Grup/The Left (ki aralarında “LFI” Boyun Eğmeyen Fransa ile Syriza da vardı) vekillerinin neredeyse tümü bu tasarı lehinde oy kullandılar. 7 Nisan 2022’de Avrupa Parlamentosunun çağrısını şu şekilde yaptığı yeni bir karar neredeyse “sol” vekillerin oybirliğiyle kabul edildi: “Ukrayna’ya silah sevkiyatını yoğunlaştırmak ve Atlantik ötesi müttefiklerle koordinasyonu güçlendirmek”. 6 Ekim tarihinde Avrupa Parlamentosunun yaptığı şu çağrı da “Sol” Avrupalı vekiller tarafından neredeyse hep birlikte kabul edildi: “Zelensky’nin ordusuna askeri yardımların yoğunlaştırılmasının” yanı sıra “AB’nin Ukrayna’ya kendi ileri silah sistemlerini göndermesi ya da Ukrayna askerlerinin askeri eğitimlerinin geliştirilmesi için girişimlerde bulunulması.”
IV. ENTERNASYONAL’İN YENİDEN TEŞKİLİ İÇİN ÖRGÜTLENME KOMİTESİ (OCRFI)
14 Ekim 2023
Dünyanın emekçileri, gençleri ve halkları Filistin’de hayatlarından vahşice kopartılmış iki kesimden de binlerce sivil kurban ve özellikle gençler ve çocuklar için büyük acı duyuyorlar.
İsrail başbakanı Netanyahu “Bu savaştır!” diye haykırdı. Oysa savaş 7 Ekim 2023’te başlamadı ki, bölgeyi yetmiş beş yıldır kasıp kavuruyor. Yetmiş beş yıldır Filistin halkı toprağından sürülmüş, köylerinden kovulmuştur, evleri başına yıkılmıştır. Yetmiş beş yıldır sürgün edilenlerin anayurtlarına dönmeleri toprakları her gün biraz daha fazla Yahudi yerleşimcilere/kolonlara terk edilerek engelleniyor. Ancak Filistin halkı ırkçı bir rejimin hakiki ayrımcılığına, zulmüne ve aşağılamalarına rağmen bir gün bile direnmekten ve mücadele etmekten vazgeçmedi.
Bugün dünyanın dört bir yanından yetkililer- özellikle emekçiler adına konuşan örgütlerin ve “sol” partilerin yöneticileri- Birleşmiş Milletler’e (BM) çağrı yaparak, ondan “adil ve kalıcı bir barış” için adım atmasını talep ediyorlar.
Şu gerçeği hiçbir zaman göz ardı etmeyelim: Bugün yaşamakta olduğumuz trajedinin kökleri zaten BM’nin 29 Kasım 1947 tarihli 181 no’lu kararına uzanıyor. İşte BM’ye Amerikan emperyalizmiyle – ki peşine Britanya ve Fransız emperyalizmlerini de takmıştır- ve Stalin tarafından yönetilen SSCB bürokrasisi tarafından tasdik ettirilmiş bu karardır ki, Filistin topraklarının yapay bir “Yahudi devleti” ile hiçbir zaman gün yüzü görmeyecek bir “Arap devleti” arasında paylaştırılmasına sebep olmuştur.
Nitekim tam da bu kararın bir sonucu olarak, BM tarafından Filistin’le ilgili İsrail devletinden yerine getirilmesi istenen 84 mütevazı kararın hiçbiri bu devlet tarafından uygulanmamıştır. İsrail, BM’nin Filistinli sürgünlerin yurtlarına geri dönmelerine ilişkin 194 no’lu kararını uygulamadığı gibi İsrail ordusunun 1967’de işgal ettiği topraklardan geri çekilmesi gerektiğini ileri süren 242 no’lu kararını da hiçbir zaman yerine getirmemiştir.
BM tarafından uygulanması kanun hükmünde gözetilmesi gereken tek karar büyük emperyalist güçlerin istekleri doğrultusunda Filistin’in Arap ve Yahudiler şeklinde bölünmesinin dayatılmasının onanması olmuştur. Bu zoraki bölünme 1948 Nakba’sı (Felaketi) kadar, ondan sonra gerçekleştirilen bütün katliamların da (kurbanlarının dini ve milliyetleri ne olursa olsun) doğrudan sebebidir.
IV. Enternasyonal’in Filistin seksiyonunun militanlarının daha 1947 yılının Eylül ayında “Sınıfın Sesi” gazetesinde ne demiş olduklarını hatırlayalım:
“BM’nin Filistin üzerine yaptığı öneri ne Yahudiler ve ne de Araplar için bir çözüm getirmediği gibi esasen tamamen emperyalist ülkelerin çıkarları doğrultusunda bir çözümdür. Siyonist siyasi yöneticiler emperyalizmin ortaya attığı bu kemiği kemirmek için hızla üstüne çullandılar (…) Ya Filistin Komünist Partisi ne yapıyor? Galiba BM’den adil bir çözüm bekleyişinde. Her hâlükârda BM üzerine ham hayaller beslediği için, emperyalizmin planlarının yardımcısı olduğu gibi, bu planların hayata geçirilmesine de sebep oluyor.”
Bugün zincirlerinden boşalan katliamlar ve savaş, Netanyahu ve hükümeti için tam bir kurtarıcı oldu. Siyonist devletin aylardır yaşamakta olduğu ve kurulduğu günden bu yana gördüğü en önemli krizi de atlatmasına neden olan durum Netanyahu için hayal bile edemeyeceği bir fırsat yarattı. Yaptığı yolsuzluklar nedeniyle her an hapsi boylaması gündemdeyken, birdenbire kendisini sokaklarda yuhalayanların da içinde yer alacakları bir “milli birlik” hükümetinin başında bulacak.
Bununla birlikte birçok İsrailli Yahudi Dünya Siyonist Örgütünün eski başkanı Avraham Burg’un 2008 yolunda ileri sürdüğü şu uyarının trajik doğrulanmasının da bilincine varmış oldular: “Yahudiler için bir sığınma evi olması gereken İsrail şimdilerde onlar için en tehlikeli bir yer haline gelmiş bulunuyor.”
Macron, Sunak, Scholz, Meloni, Trudeau ve Kishida’nın iyi küçük askerleri olarak peşine dizildikleri Amerikan emperyalizminin Netanyahu’ya ivedilikle verdiği destek, üretim araçlarının özel mülkiyeti üzerine temellenmiş kapitalist rejimin krizini aşabilmesi amacıyla genel olarak emperyalizmin militarizm ve savaş yoluyla halklara karşı yürüttüğü mücadelenin başlıca imkanlarını sağlayan bir bağlam içerisine yerleşiyor.
ABD emperyalizminin niyetinin ne olduğu; Afrika’nın ve Ortadoğu’nun birçok bölgesinin yakılıp yakılmasından, Ukrayna savaşından ve Çin’e karşı yürüttüğü savaş hazırlıklarını gizlemeye bile gerek duymamasından ve buralardan hareketle Filistin’de uzun vadeli bir savaşa karar vererek İran’a kadar uzanan bütün bir bölgeyi şimdiden tehdit etmesinden anlaşılıyor. Washington dünyanın en büyük uçak gemilerinden biri olan USS Gerald Ford’u bölgeye sevk ettiğinde veya NATO Genel Sekreteri Stoltenberg 12 Ekim günü “İsrail yalnız değildir!” açıklamasını yaptığında, dünyanın bütün emekçileri ve halkları ne büyük bir felaketle karşı karşıya kaldıklarını görüyorlar.
Yaşanmakta olan trajik gelişmeler bütün emperyalist hükümetlerin bir kez daha demokratik hakları ortadan kaldırmak için peşlerine takılacak bir kutsal ittifak gerçekleştirme fırsatını kullanmaya çalıştıklarını gösteriyor. Şöyle ki: İfade ve gösteri özgürlükleri gibi hakları engellemenin yanı sıra, mevcut gelişmelerden faydalanarak emekçileri ve gençleri dini temeller üzerinde yapay olarak parçalamaya yelteniyorlar.
Giderek yaygınlaşmakta ve genişlemekte olan cehennemi savaş sarmalını kırabilecek tek toplumsal güç dünya emekçileridir. IV. Enternasyonal’in Yeniden Teşkili’nin taraftarları çok sayıda başka militanlar, gruplar ve dünya işçi hareketindeki örgütlerle birlikte şu an BOMBARDIMANLARIN DERHAL DURDURULMASI VE GAZZE ABLUKASININ KALDIRILMASINI talep etmekten daha acil bir görev olmadığını ifade ediyorlar.
Bu acil taleplerin ötesinde IV. Enternasyonal’in Yeniden Teşkili’nin taraftarları Filistin’de demokratik bir çözümün mutlaka olması gerektiğini ileri sürüyorlar. Kuşkusuz böyle bir çözümün biçimlerine Filistin halkının kendisi karar verecektir.
Bununla birlikte IV. Enternasyonal’in Yeniden Teşkili’nin taraftarları, akımımızın hiçbir zaman terk etmemiş olduğu siyasi pozisyonlarını tekrarlamaktan imtina etmezler. Bu, IV. Enternasyonal’in BM’nin 1947 yılındaki oylaması sırasında dile getirdiği şu görüştür: “IV. Enternasyonal ülkenin bölünmesine karşı bağımsız ve birleşik bir Filistin için yürütülecek mücadelenin bayraktarı olacaktır. IV. Enternasyonal kitlelerin kendi kaderlerini egemen bir Kurucu Meclis seçimiyle belirleyecekleri bu mücadelede, Efendilere ve emperyalizmin ajanlarına karşı kitlelerin bu kurtuluş mücadelesini Mısır ve Suriye burjuvazilerinin manevralarıyla Yahudilere karşı mücadeleye dönüştürmek isteyenlere karşı, Arap devriminin motoru olan toprak devrimi için ve anti-kapitalist ve anti-emperyalist mücadele için çağrı yapar. Ancak bu mücadelenin başarıyla sürdürülebilmesi için ülkenin bölünmesine ikircimsiz bir şekilde karşı çıkmak ve bir Yahudi devletinin kurulmasını engellemek bir zorunluluktur.” (IV. Enternasyonal dergisinin Kasım-Aralık 1947 tarihli sayısının başyazısından)
1993 yılının Eylül ayında imzalanan Oslo anlaşmalarının hemen ertesi günü IV. Enternasyonal şu açıklamayı yapmıştı: “Filistin halkının kendi kaderini tayin hakkını inkar eden ve Arafat’ı İsrail başbakanına hitaben kaleme aldığı mektupta FKÖ’nün üzerine inşa edildiği Filistin Şartıyla ilgili olarak “Bu anlaşmalarla çelişkili hale gelen eski Şartın maddeleri bundan böyle yok hükmünde olup geçersizdirler”(*) noktasına vardıran bu “kendinden menkul hükümetin” (Oslo tabiriyle “Filistin Otoritesi”nin) teşkilidir. Tekrar edelim ki, başlarında Amerikan emperyalizminin yer aldığı büyük güçler için söz konusu olan Barış ve halkların hakları değil, emperyalist nizamdır. Çünkü bu anlaşma halkların haklarının reddi üzerine kurulu olmanın yanı sıra, bölünme, parçalanma, zulüm ve demokrasinin inkarı üzerine inşa edilmiştir. Yeni çatışmalara, yeni savaşlara ve yeni katliamlara zemin hatırlamaktadır.” Şu inkar edilmesi mümkün olmayan bir gerçektir ki, Filistin’in 2023’te içine düştüğü mevcut durum bundan otuz yol önce uluslararası ölçekte ve her ülkede hem Sağ hem de “Sol” güçler tarafından çok geniş bir onanmayla selamlanmış olan Oslo anlaşmalarında zaten kayıtlıdır.
O tarihte IV. Enternasyonal bu anlaşmalara karşı şu çözümü ileri sürüyordu:
“Bölgenin bütün halklarının hem Yakındoğu’da hem Ortadoğu’da emperyalist baskıdan, büyük toprak sahipleriyle burjuvazinin sömürüsünden ve hakimiyetinden kurtularak birbirleriyle eşitlik temelinde birleşmeleri kavgasına zorunlu olarak bağlanmış (…) birleşmiş ve kardeşleşmiş bir Filistin ulusunun inşası ancak emekçilerin ve halkların emperyalizme karşı yürütecekleri mücadelenin birleştirilmesine bağlıdır. Bütün insanlık için bir çıkış yolu ancak böyle açılabilir. İşte tam da bu yüzden IV. Enternasyonal I. Enternasyonal’in şu veciz ifadesine bağlılığını tekrarlar: ‘Emekçilerin kurtuluşu onların kendi eseri olacaktır.’
IV. Enternasyonal için kendi kaderlerini belirleme hakkı sadece emekçilere ve halklara aittir.”
Bundan otuz yıl önce kaleme alınmış bu satırların gücünü ve güncelliğini yitirdiğini söylemeye kim cesaret edebilir? Çözüm önerilerimiz bunlardır. Ve bunların hepsini Barış, adalet ve sosyal gelişme davasına bağlı bütün emekçilerin, militanların ve gençlerin görüşlerine açıyoruz.
(*) 1969 yılında Filistin Ulusal Hareketi şunu söylüyordu: “Filistin Kurtuluş Hareketi şunu açık yüreklilikle ilan eder ki: Bu mücadelenin nihai hedefi, ırkları ve dinleri ne olursa olsun, bütün yurttaşlarının eşit haklara sahip olacakları demokratik ve bağımsız bir Filistin devletinin inşasıdır.” 1970’de Filistin Ulusal Hareketi tarafından örgütlenen Filistin 2. Dünya Kongresi de şunu ilan ediyordu: “ Bütün Yahudiler, Müslümanlar ve Hıristiyanlar Filistin vatandaşı olma hakkına sahip olacaklardır.”
Bu siyasi pozisyonlar bütün Filistin önderlikleri tarafından terk edildi. Hamas’a gelince, o da, 1 Mayıs 2017’de “1967 sınırları dahilinde bir devleti onayladığını” yani iki devletli “çözümü” kabullendiğini ilan etti.
1973 yılından bu yana çeşitli aralıklarla da olsa uzunca süre birlikte mücadele verdiğimiz yoldaşımız, kardeşimiz, dostumuz Ahmet Muhittin KARKIN‘ı kaybettik.
Kendisiyle ve tabii bugün hayatta olmayan ve olmaya devam eden başka yoldaşlarla birlikte 1980 yılının Şubat ayında İŞÇİ CEPHESİ (IV. Enternasyonal) gazetesini çıkardık, grubunu kurduk. O tarihten itibaren kısa bir zaman zarfında varolan bütün işçi örgütlerinin artık kendini alenen belli eden bir askeri darbeyle karşı karşıya kalacakları uyarısında bulunarak darbe planlayıcılarının derhal tutuklanması talebini ileri sürdük. Örgütlenmenin programını Muhittin ve diğer yoldaşlarla birlikte kaleme aldık. 12 Eylül 1980’in önemli bir bölümünü askeri cezaevlerinde geçirdik.
1988 yılında gene onunla ve başka yoldaşlarla birlikte SINIF BİLİNCİ dergisini çıkarttık. Gene 1990-91 yıllarında hep birlikte Patronsuz, Generalsiz, Bürokratsız SOSYALİZM (PGBS) gazetesini çıkardık.
Cenazesi 26 Haziran 2023 Pazartesi günü öğle namazına müteakip Karacaahmet kabristanına defnedilecek. Yol arkadaşlarının, İDP’li (İşçi Demokrasisi Partisi) yoldaşlarının, sevenlerinin ve başta oğulları Samim ve Can olmak üzere bütün ailesinin başları sağ olsun.
Bayrağını yere düşürmeyeceğiz. Kavgamız işçi sınıfının Enternasyonal mücadelesinin nihai zaferine kadar sürecek. Gözün arkada kalmasın MAHO yoldaş!