— Şadi Ozansü
Evet, AKP’li dört bakanla Bilal’in içinde yer aldığı ve Cemaatçi polisler tarafından deşifre edilen “yolsuzluk/hırsızlık” vakasının sıradan bir hâdise olmadığı artık ayan beyan ortada. Zaten eğer öyle olsaydı, bunun yıllardır gerçekleştirilen büyük Özelleştirme Soygunundan ayrı bir yanı kalmayacağı gibi, hükümet cephesinde de bir darbe-i hükümet algılamasına kadar uzanan bir panik havasının doğmasına neden olmazdı. Sonunda söyleyeceğimizi başından söyleyelim: Bu; bazı hükümet efradıyla Bilal’in şirketinin kendi şahsi kasalarını doldurma girişimine karşı gerçekleştirilmiş bir suçüstü operasyonunun ötesinde bir anlam taşıyor.
Hükümetin dış ve iç politikasına karşı suçüstü operasyonu
Cemaatçi polislerin ve savcıların yürüttüğü operasyon, kara para aklama girişimi öncesi (Kim bilir belki o sıralar pervasızlık o kadar almış yürümüştü ki, artık bu aklamaya bile gerek duyulmuyordu) bir eylemdi. Başbakanlığa tahsis edilmiş bulunan özel fonun “memleketin iç ve dış politikasının gerektirdiği devasa mali ihtiyaçlara” hiçbir şekilde yetmediği açıktı. Peki, neydi bu dış ve iç politikanın mali ihtiyaçları? Açıktır ki, içerde AKP’nin her türlü seçimi kazanması için yapılması gereken harcamalarla, bir rejim değişikliğinin altyapısını oluşturacak olan TBMM’den daha büyük bir Saray inşaatının yüklü masrafları, dışardaysa öncelikli olarak Suriye’de Esad rejiminin yıkılması için cihatçı çetelerin silah ihtiyaçlarının Katar’ın ve Körfez Emirliklerinin yanı sıra Türkiye tarafından da karşılanması gerekliliği. ABD emperyalizmi nasıl Afrika’daki askeri masraflarını başta Fransa olmak üzere çeşitli emperyalist Avrupa ülkelerinin başına yıkıyorsa, Türkiye de kendi haline bakmadan o emperyalist ülkelerle aşık atıp ABD emperyalizminin daha fazla gözüne girebilmek ve Ortadoğu’da da “ben varım” diyebilmek adına Bilal’in dairesinde para saymak zorunda kalıyor!
Bir başka ifadeyle, içerde, Cumhuriyet’in kendisinin ve geleneksel “parlamenter” rejiminin ilk elde başkanlık sistemi aracılığıyla yıkımına kadar uzanacak olan bir politikayla (bu açıdan Ankara’ya Saray inşaatı Çamlıca’ya cami ve Gezi Parkı’na Topçu Kışlası inşaatlarından çok daha önemlidir!) dışarda da Suriye, Irak, İran gibi emperyalizmden görece bağımsız ülkelerin “düşürülmesi” politikalarının birleştirilmesi. İşte iç ve dış politikaların birliği ve bütünlüğü bu olsa gerek. Davutoğlu/Erdoğan Hükümeti şu anda taktik olarak Ortadoğu’da ABD emperyalizmiyle ne kadar aykırı düşerse düşsün, son tahlilde onun çıkarlarının kararlı bir savunucusu olduğunu her fırsatta ispatlamaya çalıştığından, ABD emperyalizminin geçici desteğini almaya devam edecektir.
Hırsızlık suçlaması buzdağının görünen yüzüdür ve kimseyi ikna etmez
Menderes Hükümeti 27 Mayıs 1960’da devrilip de Yassıada’da yargılanmaya başlandığında, ABD ile bağları hiçbir zaman koparmak istemeyen yeni yönetim, Demokrat Parti (DP) iktidarını gerçek suçlardan (ABD hesabına Kore Savaşı’na katılarak 3 bin askerin ölümüne neden olmak) değil de “Bebek Davası”, “Don Davası” gibi mânâsız konulardan vurmaya çalıştı. Oysa ki söz konusu olan Menderes Hükümetinin ulusal egemenliği yok sayması, anayasayı çiğnemesi, basın özgürlüğünü ortadan kaldırmasıydı. Bugün de söz konusu olan AKP hükümetinin dört bakanının yolsuzluk ve hırsızlıktan yargılanmaları değil, bütün bir hükümetin var olan anayasayı ve ulusal egemenliği çiğnemekten yargılanmasıdır. Basın özgürlüğünü iğdiş etmekten, toplantı ve gösteri yürüyüşleri hakkını ortadan kaldırmaktan, sendika üyesi olma hakkını ve istediği sendikayı seçme hakkını engellemekten ve hepsinden önemlisi ulusal egemenliği rafa kaldırmaktan yargılanmalıdır.
Ulusal egemenliği rafa kaldırmaktan yargılanmalıdır
Evet, Recep Tayyip Erdoğan AKP Hükümetinin başbakanıyken emperyalizmin Libya saldırısı patlak verdiydi. NATO bu vesileyle Libya’ya saldırmaya karar verdiğinde, henüz Ahmet Davutoğlu’na danışmamış bulunan Erdoğan, “NATO’nun Libya’da ne işi var!” diyecek olduydu. Hemen sonrasında ne tür gelişmeler oldu bilmiyoruz ama AKP hükümeti daha TBMM’ye danışmadan, TSK’nın Deniz Kuvvetlerinden altı kadar savaş gemisini Libya açıklarına gönderip doğrudan savaşın tarafı olmuş oldu. İşte anayasal suç budur ve tam da Yüce Divanlık bir konudur. NATO üyesi olmak, NATO’nun her tür emperyalist kepazeliğine katılmak demek değildir. Nitekim aynı NATO’nun üyesi olan Portekiz, “benim yasalarım, anayasam buna engel” diyerek Libya saldırısına katılmayı kabul etmemiştir. Kaldı ki “savaş kışkırtıcılığı” yapmak bizim yasalarımızda da suç!
Peki şimdi Tayyip Erdoğan o gün yaptıklarının bir anayasal suç olduğunu bilmiyor mu? Elbette biliyor. Ve zaten tam da o yüzden darbe-i hükümet diyerek parlamenter sistem yerine başkanlık sistemine geçmek için uğraş veriyor. Çünkü o zaman emperyalizmin çıkarları doğrultusunda bir ülkeye savaş açmak için parlamento engeliyle karşılaşmayacak. Aslında mesele bu kadar basit. O yüzden: Ne hırsızlığı, ortada çok daha büyük bir suç var. “Hırsızlık” diyerek AKP Hükümetini kurtarmayalım!