“IV. Enternasyonal’in YenidenTeşkili için, Sosyalist Devrimin Dünya Partisi için” Uluslararası Konferansa Davet Mektubu

2022 yılının sonunda dünya savaşın içine iyice gömülüyor. Bu savaş nedeniyle gezegenin her tarafında felaketler ve derin acılar yaşanıyor. Bir tırmanış söz konusu. Bugün Ukrayna ve Rusya, Afrika, yarın Çin. Peki bu durumdan bir çıkış yolu var mı?

Kendini sömürülenler ve ezilenler safında görenler için zorunlu bir tartışma bu. Bu tartışmayı IV. Enternasyonal’in programına dayandıklarını ileri süren militanlar, gruplar ve örgütlenmeler arasında başlatmak istiyoruz. Fakat, bu tartışmayı, geniş anlamda tüm insanlığın geleceğini ilgilendirdiği, işçi sınıfının rolü ve sorumluluğu meselesini gündeme getirdiği için, savaşa karşı insan uygarlığının savunulması temelinde hepimizin ortaklaştığı bir sınıfsal bakış açısı etrafında, dünya çapında Troçkist militanlarla omuz omuza bir mücadele içinde yer almakla birlikte IV. Enternasyonal’in programını bizimle paylaşmayan başka akımlar, örgütler ve militanlarla çok daha geniş ölçekte yürütmeyi öneriyoruz. Aşağıdaki metnin hedefi, IV. Enternasyonal taraftarlarının hazırlanmakta oldukları Sosyalist Devrimin Dünya Partisi için (ki bu IV. Enternasyonal’in hakiki adıdır) uluslararası konferansın tartışmasını andığımız kesimlerle hep birlikte yürütmektir.

1) Günümüzden yüz yıldan fazla bir zaman önce Lenin’in kaleme aldığı “Emperyalizm: Kapitalizmin Bir Üst Evresi”nin doğasıyla içinde bulunduğumuz savaşın doğasını benzeştirmekte haklı değil miydik?

Günümüzde emperyalizmin içine girdiği çözülme ve çürüme evresi tüm insanlığı tehdit ediyor. Pandemi sırasında yükselmeye başlayan, savaş fırsatıyla hızla artan ve giderek daha da azgınlaşarak rekorlar kıran kapitalist kârların tırmanışı (Ek’e bakın) sürüyor. Buna paralel olarak en ileri kapitalist ülkeleri de kapsayacak bir biçimde sefalet ve istihdam yıkımları (Ek’e bakın) bütün ülkelerde devam ediyor.

Gene bu durumu emperyalizmin tabiatıyla ilişkilendirmekte, yani üretici güçleri artık geliştirmeyen, tam tersine kendi varlığını koruyabilmek için sürekli olarak onları yıkmaya çalışan üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet rejimine dayalı kapitalizmin bu evresiyle ilişkilendir-mekte haklı değil miydik?

OCRFI’ın 22 Şubat 2022 tarihli bildirisinde şunları yazarken haklı değil miydik: “Olgulara dayanarak söylemeliyiz ki, her ne kadar gelişmelerin caniyane sorumluluğu haklı olarak Putin rejiminin üzerine
OCRFI (IV. Enternasyonal’in Yeniden Teşkili İçin Örgütlenme Komitesi) Faaliyet kolektifince 15 Aralık 2022’de kabul edilmiştir.

2022 yılının sonunda dünya savaşın içine iyice gömülüyor. Bu savaş nedeniyle gezegenin her tarafında felaketler ve derin acılar yaşanıyor. Bir tırmanış söz konusu. Bugün Ukrayna ve Rusya, Afrika, yarın Çin. Peki bu durumdan bir çıkış yolu var mı?

Ukrayna’da bir yıldır süren savaş yıkılmışsa da, aylardır Amerikan emperyalizminin provokasyonları, onun askeri kolu NATO ile onun sancağı arkasında saf tutmuş bütün kapitalist hükümetlerin bu askeri tırmanıştaki bir o kadar caniyane sorumluluklarını da örtbas etmek mümkün değildir. IV. Enternasyonal’in Yeniden Teşkili’nin taraftarları, proleter enternasyonalizmi bayrağına sadakatle bağlı olduklarından kendi ülkelerinin savaş taciri hükümetlerinin kutsal ittifakları çerçevesinde yer almayı kabul etmiş ya da kabul eden işçi örgütlerinin yöneticilerinin peşinden gitmeyi reddederler” ve çünkü “Rus birliklerinin Ukrayna’ya girişiyle patlak veren savaş, çöküş ve parçalanma süreci içindeki emperyalizm çağının bağlamı içine yerleştirilmeden anlaşılamaz.”

Ukrayna’daki savaşın başından bu yana çok açıklıkla görülüyor ki, Amerikan emperyalizmi her gelişmeyi kendi çıkarına kullanıyor. Diğer bütün emperyalist ülkelere öncelikle kendi emperyalizminin çıkarlarını dayatıyor.

Bu savaşı şu anlamda “emperyalizmin savaşı” olarak niteledik: Yeni kâr kaynaklarının arayışı içinde susuzluğunu bir türlü gideremeyen Amerikan emperyalizminin cesaretlendirmesi ve tahrikiyle kesintisiz bir yayılmadan başka bir şey yapamayacağı bir mantığın uzantısı şeklinde yürütülen bir savaş.

Daha 24 Şubat 2022 tarihinden itibaren bu savaşın hiçbir ilerici karakteri olmadığını, tam tersine tümüyle gerici olduğunu ifade ettik. Rus tarafında, Putin, ülkedeki politik/askeri/sınai aygıtın çıkarını savunan oligarşik rejimin temsilcisi olarak hareket ediyordu. Ve gene Putin, bu oligarşik rejimin zirvesindeki konumuyla yeni Rus burjuvazisini teşkil eden binlerce milyonerin özgül çıkarlarını kolluyordu. Bu yeni burjuvazi eski üretici altyapıyı ve doğal kaynakları ele geçirerek devlet mülkiyetinin talan edilmesi temeli üzerinde Rus toplumunun hâkim sınıfı haline geldi. Sovyet halkı tarafından yıllar içinde biriktirilmiş muazzam zenginliklerin talanı ve onların çok küçük bir azınlık tarafından özel mülk haline getirilmesi halkın ezici bir çoğunluğunun görülmemiş bir sefalete ve yoksulluğa sürüklenmesi sonucunu verdi. Ancak bu mafyacı ve asalak burjuvazinin dünya pazarı üzerinde kendine bir yer edinmeye çalışması kendi pazarının zayıflamasına hiçbir şekilde izin vermek istemeyen Amerikan emperyalizminin hâkimiyetiyle doğrudan çatışıyordu.

Dolayısıyla bu savaşı emperyalizmin savaşı olarak nitelemekte ve şu şiarları öne çıkartmakta haklı değil miydik: “Ne Putin, Ne Biden! Ukrayna’daki bütün Rus birliklerinin ve NATO birliklerinin geri çekilmesi ve NATO’nun lağvedilmesi!”

Gene, savaşın patlak verdiği andan itibaren bir sonraki aşamanın Çin’i hedef alacağı konusunda uyarıda bulunmamış mıydık? O Çin ki, her ne kadar asalak ve karşıdevrimci bir bürokrasinin kullanımında ve onun çıkarları doğrultusunda da olsa üretici güçlerin önemli bir bölümünün hala devlet mülkiyetinde olduğu bir rejimdir. Ama işte bu devlet mülkiyetinde oluşu, onun gene de en azından bir bölümüyle piyasa yasalarının kurallarının dışında kalmasına neden olmaktadır ki, bu da hep daha büyük kârlar arayışındaki Amerikan emperyalizmi için yıkılması zorunlu- ki bunu artık saklamaya da gerek duymuyor- bir engel haline dönüşüyor. Ancak 2022 yılının Kasım ayında Çin’de meydana gelen gösteriler Çin işçi sınıfının, kendisine yönelen darbelere sessizce boyun eğmeyeceğini herkese hatırlattı. Nitekim Çin işçi sınıfının bağımsız eylemi, haklı olarak, hem bürokrasi tarafından, hem de ülkede işçi sınıfının sömürüsünden muazzam kârlar elde eden Apple benzeri çokuluslu şirketler tarafından tehdit olarak algılandı.

2) Mevcut savaşın kapitalist, emperyalist doğasının kanıtlanmasına gerek bile kalmadı.

Belli başlı emperyalist ülkelerde bu savaşın doğası şu üç ayaklı projede ifadesini buluyor:
a) Savaş ekonomisine yapılan dev yatırımlar,

b) Emekçilere ve gençliğe yöneltilen çok şiddetli saldırılar; yani onların sınıf mücadeleleriyle kazanmış oldukları bütün hakların ve güvencelerin toplumun içine sürüklendiği eğreti çalışma ve taşeronlaştırma”nın genelleştirilmesiyle budanması, demokratik haklarının, örgütlenme haklarının saldırıya uğraması en önemlileri kamu hizmetlerinde olmak üzere bütçe kesintilerine maruz bırakılmaları ve ücretlerin alım gücünün düşürülmesi.

c) Çokuluslu şirketlerin bu durumdan elde ettikleri astronomik kârlar (Ek’e bakın).
Ama bu olgunun bir diğer yüzü de şudur: Başlıca emperyalist ülkelerde bu üç ayaklı projenin devreye sokulabilmesi, savaş ve savaş ekonomilerine, bu ülkelerdeki “solcu” ya da sağcı hükümetlerin, işçi sınıfı adına hareket ettiklerini ileri süren büyük örgütlerin veya işçi hareketinin tarihsel örgütlerinden neşet etmiş yönetimlerinin açık destek sunmaları sayesinde mümkün oluyor (bkz. Ek).

Söz konusu olan, bundan yüz yıl kadar önce emperyalist savaşa destek vermiş II. Enternasyonal’in hain yöneticilerinin uygulamış oldukları kutsal ittifak politikasının bugün de sürdürülmesidir.

Bu politika, daha sonraki onar yıllık zaman dilimleri zarfında “Halk Cephe”leri biçimlerinde görülenler de dahil, işçi hareketinden neşet etmiş partilerin kapitalist sınıfla ittifakına dayanır.

IV. Enternasyonal 1930’lu yılların ortalarında “Halk Cephe”leri politikalarının ortaya çıktığı dönemde, kitlelerin burjuvaziye karşı kendi sınıf örgütlerinin birleşik cephesi özlemini duydukları anlarda gündeme getirilen ve işçi partilerinin “demokratik” burjuvaziyle ittifak yapmasını öneren politikalara hep karşı çıktı. Bu Halk Cephesi politikalarının devreye sokulması 1936 ‘da Fransa ve İspanya’da ve daha sonra da 1973’te Şili’de işçi sınıfının en büyük yenilgileriyle sonuçlandı. İşçi partilerinin burjuvaziyle bu türden ittifak politikaları günümüzde de 1994 yılından bu yana Güney Afrika’da/Azanya’da ANC/COSATU/ Güney Afrika Komünist Partisi arasındaki üçlü ittifakta sürdüğü gibi, yarın öbür gün PT, PSOL ve emperyalizm yanlısı burjuva partileri arasında da gündeme gelebilir.

Bütün bu ögeler 2022 sonu itibariyle buluşup bütünleşiyorlar. Üstelik bunlara eklenen bir öge daha vardır ki, o da şudur: Tarihsel olarak inşa edilmiş işçi hareketinin geleneksel örgütlerinin önemli bir kesiminin sınıf karakteri olmayan, sınırları daha muğlak ve daha şekilsiz yığışımlara dönüştürülerek tasfiye edilmelerini açıkça telaffuz eden yozlaşmış önderliklerinin ortaya çıkmış olmasıdır. Kendini popülist (duruma göre bazen Sol-Popülist) olarak adlandıran bu akım, geleneksel işçi örgütlerine karşı buyurgan bir tavır sergilemekte, işçi sınıfına “halk”ın içinde erimesini salık vermekte, işçi hareketinin parti ve sendika gibi özgün örgütlerinin halkın zaten kendi hareketi olduğu varsayılan yöne-timlerine tabi olmasını dayatmaktadır.

Birçok ülkede, şu ya da bu biçim altında, işçi hareketinden neşet etmiş bir dizi örgüt on yıllardır sınıf mücadeleleriyle koparılıp elde edilmiş haklarını fiilen sorgular hale getirilmişlerdir. Kendi ülkelerinde partiler ya da amorf yapılar olarak hükümetlere ortak olduklarında IMF’nin, Dünya Bankası’nın ve Avrupa Birliği’nin planlarını kabullenerek uygulanmalarına destek veriyorlar.

Hükümetlere doğrudan katılımlarının söz konusu olmadığı durumlardaysa çeşitli işçi sendikalarının yöneticileri olarak üyelerinin haklarını ve güvencelerini savunmak için işçi örgütlerinin birleşik mücadelesinin sorumluluğu doğrultusunda hareket etmek yerine mevcut hükümetlerin “sosyal diyalog”, “sosyal uzlaşma” veya “yönetişim” benzeri başka bir dizi uygulamasına destek vererek onların korporatizm anlayışlarına teslim oluyorlar.

Bu politikanın sonucu olarak da, bir yandan işçi sınıfının birçok sektörünün artan yoksullaşmasına sebebiyet verilirken, öte yandan da öyle bir toplumsal çözülmeye giriliyor ki, bu da, bütün kötülüklerin temelinin “yabancı”dan, “göçmen”den kaynaklandığını ileri süren aşırı sağcı, demagojik ve popülist bir akımın beslenmesi için bereketli bir zeminin doğmasına neden oluyor. Çok açıktır ki, emperyalist ülkelerdeki başlıca işçi örgütlerinin bu yönelişi Macaristan gibi ülkelerde aşırı sağcı, İtalya’da faşizan rejimlerin iktidara gelmesine yol açarken, ABD’de Trump örneğinde görüldüğü gibi, her düzeyde
aşırı sağcı ve ırkçı akımların gelişiminin toplumsal zemininin oluşmasına neden oluyor. Başka biçimler altında benzer süreçler emperyalizme bağımlı ülkelerde de gerçekleşiyor. Hindistan’da aşırı gerici Modi hükümetinin kökleşmesi ya da Filipinler’de Marcos ailesinin mirasçılarının iktidara geri dönmeleri gibi.

Aynı zamanda Lenin’in emperyalizm tanımını tümüyle doğrular bir biçimde bütün kapitalist ve emperyalist hükümetler eski sömürgelerin ve Asya, Afrika ile Latin Amerika’nın bağımlı ülkelerinin talanına aktif bir tarzda katılmaya devam ediyorlar. Bu politikalarıyla da ülkelerin parçalanması ve çözülmesine sebebiyet verecek savaşları bilinçli olarak kışkırtıyorlar. Bu savaş ve çatışmalar sahtekârca “etnik” çatışmalar olarak gösteriliyor, oysa ki bunlar, doğrudan emperyalist ülkelerin çokuluslu şirketlerinin bu ülkelerin geçmiş sömürge dönemlerinden gelen talanlarından sağlanan doğal zenginliklerinin yeni sömürgeci bir tarzda ele geçirilmesi için çıkartılan çatışmalardan oluşuyor.

20. Yüzyıl başı emperyalizmiyle 21. Yüzyıl başı emperyalizmi arasındaki fark, Lenin’in bir yüzyıl önce gösterdiği gibi, o zamanlar resmi işçi hareketinin yönetici zirveleri emperyalizme destek politikalarını, hatta emperyalist hükümetlere katılmalarını sömürgeleştirilmiş ülkelerin talanından emperyalist ülkelerin işçi sınıflarının üst tabakalarının imtiyazlı konumlar elde etmeleri olgusuna bağlayıp “haklılaştırıyorlardı.” Böylece “muhteşem emperyalist sofradan dökülmüş” birkaç kırıntıyla beslenen işçi aristokrasisi emperyalizmin planlarına ustalıkla dahil ediliyordu.

Günümüzde artık bu bile tam anlamıyla doğru olmaktan çıkmış bulunuyor. Emperyalizmin eski sömürgelerden doğmuş ülkeleri parçalama ve talan etme politikaları kuşkusuz günümüzde de artarak sürüyor. Günümüzde bir yüzyıl öncesinden farklı olarak bu talan artık yeni sömürgecilik tarzında devam ediyor. Ancak bundan elli ya da yüz yıl öncesinden farklı olarak, emperyalizmin mevcut krizi emperyalist ülkelerin işçi sınıfı aristokrasisine bu talan sonucu “emperyalist masadan dökülen” kırıntılardan faydalanabilmeleri imkanını vermiyor.

Yaklaşık olarak otuz ya da kırk yıldır emperyalist ülkelerin işçi sınıfları da eski sömürgelerin içine girmiş oldukları yıkım ve talan sarmalına paralel olarak bir toplumsal gerileme ve çözülmeye sürüklenmiş bulunuyorlar. Aralarındaki fark sadece şu: Genel batış eğilimi sabit kalmak koşuluyla, söz konusu olan ister daha gelişmiş ister daha az gelişmiş ülke olsun (ki bu durum sınıf mücadelelerinin evrensel birliğinin temelini oluşturuyor) emperyalist ülkelerin proletaryası bu batışa diğerlerine göre çok daha yavaş giriyor.

3) Günümüzdeki gelişmeler Lenin’in tanımlamış olduğu haliyle emperyalizmin tabiatının nasıl da her düzeyde gericilik anlamına geldiğinin çok geniş manada doğrulanışıdır.

Bu emperyalizm dünya pazarının özellikle doymuşluğu ve parçalanmışlığı nedeniyle giderek sanallaşan bir gelişmenin üretici güçlere güven vermekten uzak oluşuyla karakterize ediliyor. Ama aynı zamanda Marx’ın formülüne göre üretici güçlerin süratle yıkım güçlerine dönüşme eğilimini de bağrında taşıyor. Şöyle ki: “Üretici güçlerin gelişiminin belirli bir evresinde var olan ilişkiler çerçevesinde, ortaya çıkan bazı üretici güçlerle dolaşım araçları artık habisleşerek üretici güç olmaktan çıkıp yıkım güçleri haline bürünürler (makinalaşma ve para) (Alman İdeolojisi). Makinalaşmayla paranın temsil ettiği yıkım güçlerine Rosa Luxemburg haklı olarak militarizmi (silah sanayii) de ekledi.

Sonuç olarak üretici güçler proleterin işgücünün yıkılmasının araçları haline gelmeye başladı. Bu ise bütün insanlık için bir tehdittir (Ek’e bakın).

Çevre üzerindeki tehdit insan soyu üzerindeki tehditten ayrı düşünülemez. İklim değişikliğine uyarlanmaya ve ondan korunmaya yatırım yapılamamasının sebebi temel kâr kaynağının insanlığı iklim değişikliklerine karşı korumaktan değil, tersine insanlığın varlığını dahi tehdit edecek riskler pahasına mevcut durumdan çıkar sağlayacak şekilde tüm artık-değere el konulması mekanizmalarının en uç noktalara kadar uzandırılmasından elde edilmesidir. İnsan soyu kapitalist sistemin çözüm aramayı yasakladığı ve adına doğal âfet denilen (Pakistan’da seller, Somali’de susuzluk)* olaylar karşısında tümüyle batma tehdidi altındadır. Bu tehdit aynı zamanda nükleer enerjinin kullanımıyla da artıyor. Şöyle ki: Aslında insanlığın refahının ve hayat seviyesinin iyileştirilmesi açısından potansiyel olarak gelişmeye yaraması gereken bir kaynak olan nükleer enerji, askeri alandaki (nükleer silah) ve “sivil” plandaki kendisini denetimsiz tarzda kullanan sermayenin yol açtığı doğal tahribat sebebiyle insanlık için bir yıkım tehdidi haline gelmiş bulunuyor.

Tam bu noktada kapitalizmi “insanileştirmeye” ve ona insani ve ekolojik bir veçhe kazandırma iddiasındaki bütün propagandalara da değinmemek olmaz. Şu açıktır ki, üretim araçlarının özel mülkiyeti üzerine kurulmuş bir rejim çerçevesinde herhangi bir sosyal ve hakiki “çözümü” ortaya koymak mümkün değildir. Bu kapitalist dünya sistemi yıkılmadan önce hastaya, yani dünyaya ancak son derece kısmi ve geçici ilaç reçeteleri sunulabilir, fazlası değil.

4) Emperyalizmin her düzeydeki gericiliği burjuvazinin yükseliş döneminde en azından kısmen dahi
olsa gerçekleştirmek zorunda kaldığı en temel demokratik hakları artık karşılama yeterliliğini
de yitirmiş olmasının da ötesinde, bir önceki dönemde işçi sınıfının esas olarak kendi mücadelesiyle kazanmış olduğu bütün demokratik mevzileri yok etmek istemesinde yatıyor.

Diğer ezilen kesimlerden farklı olarak, sadece işçi sınıfı, ama sadece o, önüne toplumsal kurtuluş hedefini koyabileceğinden en temel demokratik taleplerin tatmini veya gerçekleştirilmesinin koşullarının yaratılabilme imkanına da o sahiptir.

Özellikle ulusal sorun ve ulusların egemenliğini hedefleyen şiarların ortaya konulmasında da işçi sınıfının öncülüğü söz konusudur. 1950- 1960 yıllarında biçimsel politik bağımsızlıklarını kazanmış ülkeler, gene de emperyalizmle ilişkilerinde bir tabiliğe, bağımlılığa ve daha sıklıkla ulusal birliklerinin parçalanmasına ve talanına uğradıkları gibi, yabancı askeri müdahalelere de maruz kalmışlardır.

Egemenliklerini elde etmiş ülkeler yeniden emperyalist ülkelerin köleleri haline gelmişlerdir. Burada sorun sadece onların ulusal sorunu çözme konusundaki yetersizlikleri değil- çünkü burada süreç tarihin tekerinin tersine dönmeye başlamış olmasıdır- ulusal egemenliği hedefleyen her zorunlu adımın emperyalizmden kopuş sorununu gündeme taşımasıdır. Bu durum özellikle dış borcun ödenmemesi talebinin özünü oluşturur- çünkü bu borç halkların borcu değildir- ve son yılların deneyimlerinin de gösterdiği gibi bu talebe bilinçli ya da bilinçsiz karşı çıkmak emperyalizmin âleti olmakla aynı anlama gelir.

Ulusal sorundaki çözümsüzlük, siyahların durumu bağlamında ABD’de de geçerlidir.

İşte bu yüzden de kendisini Lenin ve Troçki’nin Komünist Enternasyonal’inin takipçisi telakki eden IV. Enternasyonal ABD’nin siyahi halkının (Amerikan proletaryasının tam merkezinde yer almasına rağmen, yüzyıllardır maruz kaldığı kölelik, ayrımcılık ve kurumsal ırkçılık koşullarında) fiilen, özel bir tarzda da olsa kendi kaderini tayin etme hakkına sahip bir ezilen ulus meydana getirdiğini kabul eder. Siyahların ABD’deki kendi kaderlerini tayin hakkının gerçekleşmesinin yolu, bu ülkede kitlesel bir işçi sınıfı partisi için yürütülecek mücadeleyle bağlantılı bir bağımsız siyah işçi partisi için mücadeleden geçer. Bir başka ifadeyle bunun yolu işçi hareketinin emperyalist kapitalistlerin iki partisinden biri olan Demokrat Partiden kopmasından geçer.

Benzer durum Filistin ulusal sorununun çözümü/çözümsüzlüğü konusunda da yaşandı ve yaşanmaya devam ediyor. Emperyalizm, SSCB bürokrasisinin de desteğiyle, Siyonizme yaslanarak sözde Yahudi sorununu çözmek amacıyla Filistin’in paylaştırılması sahte çözümünü dayattı (BM’nin 181 no’lu kararı). İşte bu yüzden IV. Enternasyonal 1947 yılından bu yana Filistin meselesinin çözümüne ilişkin şu tek mümkün yolu savunmayı sürdürüyor: Birleşik bir Filistin! Tarihsel Filistin toprakları üzerinde cinsiyetine, kökenine dinine vs., bakılmaksızın – tabii zorla göç ettirilmiş olanların geri dönüş haklarını da güvence altına alan- Filistin ulusunun Arap ve Yahudi bileşenlerinin birlikte yaşayacakları laik ve demokratik tek bir Filistin Devletinin kurulması.

Bu yol, gençlik için olduğu kadar, kadınların demokratik taleplerinin çözümü için de geçerlidir. IV. Enternasyonal’i burjuva feminizminden farklı kılan yanı şudur: IV. Enternasyonal de, kadınlarla erkekler arasında haklarda demokratik eşitlik hedefini kendi adına sahiplenmekle birlikte, buna varmanın zorunlu yolunun, kadınların maruz kaldıkları patriyarkal baskıyla çifte sömürünün sürüp gitmesine neden olan kapitalist rejimin yıkılmasından geçtiği sonucuna varır. Dolayısıyla kadınların kurtuluşunu öngören politik şiarların bütününün- eğer kadınlara özgü şiarlara ve gene kadınlara özgü seferberliklere ihtiyaç duyuyorsa- tam anlamıyla gerçekleşebilmeleri için işçi sınıfının genel hareketiyle birleşmeleri gerekir. Bu birleşmenin gerçekleşmesine katkıda bulunma görevi de IV. Enternasyonal’in omuzlarındadır.

5) Buraya kadar ifade ettiklerimizden sosyalizm için mücadelenin zorunluluğuna varıyoruz.

Kapitalist sistemin yaşayabilmesi ancak çok büyük yıkımlar pahasına mümkündür. Kapitalizmi daha
yaşanabilir ve “insanileştirilebilir” hale getirmek isteyen bütün teşebbüsler insanlığın yaşayabilmesi için hep daha büyük tehditler oluşturmuşlar ya da daha büyük yıkımlara sebebiyet vermişlerdir.

İnsanlığı tehdit eden ölümcül krizden çıkılabilmesi için zenginlikleri üretenlerin onları ellerinde tutanlardan geri almaları dışında bir çözüm yoktur. Bu güç üreticiler sınıfıdır, işçi sınıfıdır. Toplumun sosyal ve ekonomik zemini baştan aşağı yeniden örgütlenmelidir. Bunun için emekçi halk tarafından üretilen zenginliklerin bizzat emekçi halka dönmesi gerekir. Tabii bunun için de büyük üretim ve mübadele araçlarının toplumsallaştırılması zorunludur. Ama bunun da bir adı vardır: İşçi hareketinin hedefi sosyalizmden başkası olamaz.

IV. Enternasyonal bütün işçi hareketi tarihinin sürekliliği içinde, yani Birinci, İkinci ve Üçüncü Enternasyonal’ler dönemlerinde olduğu gibi, hep sosyalizm için mücadele etmiştir. Bu mücadele uluslararası ölçekte yürütülecek olup, ancak sermayeyi mülksüzleştirerek üretim araçlarını toplumsallaştıracak bizzat işçi sınıfının yönetiminde bir kitle hareketi tarafından siyasal iktidarın fethi yoluyla kazanılabilir.

Sosyal Demokrasinin ve Stalinizmin ihanetine rağmen, bunların, işçi hareketinin ve genel olarak işçilerin üzerinde yol açtıkları korkunç tahribata rağmen, sosyalizm adını kullanarak sebep oldukları yenilgilere rağmen, bütün insanlığı bu adım dışında, geçici bir süre için onunla yürüyerek sınıfsız ve devletsiz bir topluma, yani sömürüden ve baskıdan kurtulmuş bir topluma, yani komünizme ulaştıracak sosyalizmden başka bir araç yoktur. İşte IV. Enternasyonal’in mücadele ettiği hedef budur.

6) Dünyanın her yanında ezilen ve sömürülen kitleler kendi hareketleriyle ayaklanmalara ve kitlesel seferberliklere yürüyorlar.

Son birkaç yıl zarfında Cezayir’de “Hirak” hareketini, Şili’deki devrimci ayaklanmayı, ABD’deki muazzam “Siyah Hayatlar Kıymetlidir” hareketini ve bunu izleyen görülmemiş işçi grevleri dalgasını, Sudan’da, Kolombiya’da ve Sri Lanka’da işçilerin ve halkın ayaklanmasını, Çin’deki grev hareketlerini, İngiltere ve diğer Avrupa ülkelerindeki grevleri ve işçi sınıfı eylemlerini yaşadık.

Günümüzde işçilerin ve gençlerin mücadele azimlerinin yetersiz olduğunu söyleme gafletinde bulunanlar ya gerçekten çok bilinçsizler ya da düşman sınıfa satılmış bürokratlardır. Çünkü bunun tam tersine, yaşamakta olduğumuz dönem, milyonların hakları için, demokrasi için ve egemenlikleri için kitlesel ayağa kalkışlarına tanıklık ediyor. Üstelik, istisnasız bütün bu hareketler geleneksel işçi ve demokratik siyasal önderliklerinin yönelişlerine karşı gelişiyor.

Bu önderliklerin tümü – kendilerinin kışkırtmış olmadığı, büyük ölçüde kendilerine rağmen doğmuş kitle hareketlerinin karşısında- denetimi yeniden ele geçirmek ve işçilerle halkın isyanının akışını daha sakin yataklara akıtmak için ellerinden geleni artlarına koymuyorlar. Her biri bu yükselişi mevcut kurumların ve Devletin yaşamlarını sürdürmesine ve üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet rejiminin korunmasına uygun bir çerçeveye geri döndürebilmek için ülkelere, kıtalara, bölgelere ve ulusal geleneklere göre farklı biçimlerde ve farklı ifadeler kullanarak da olsa mümkün olan her şeyi yapıyorlar.

Kitlelerin hareketi ile geleneksel önderliklerin politikaları arasındaki çelişki nedeniyle yaşanan hareketler ne kadar güçlü olurlarsa olsunlar, hatta kimi kısmi kazanımlar elde ettiklerinde bile – mesela Sri Lanka’da devlet başkanının görevi bırakmak zorunda kalması, Cezayir’de rejimin ileri gelenlerinin iktidardan düşmesi gibi temel meseleyi çözüme kavuşturamıyorlar: Ekonomi kimin denetiminde, toplumu kim yönetiyor,
hangi sosyal sınıf üretim araçlarının denetimini elinde tutuyor?

İşçiler harekete geçtiklerinde, öncelikle tarihsel olarak oluşturmuş oldukları örgütleri kullanmaya yönelirler; bunlar işçi sendikaları ve kimi durumlarda da siyasi partilerdir. Ancak tüm bir toplumu ilgilendiren en önemli sorun işçi hareketinin önderliği sorunudur. Zaten IV. Enternasyonal’in kuruluş programında öne çıkarılan sorun da budur: “İnsanlığın krizi gelip devrimci önderlik krizine dayanmış durumdadır.”

7) Bundan otuz yıl önce Sovyetler Birliği’nin dağılması dünya tarihinde çok önemli bir dönüm noktasıydı. 20. Yüzyılın en büyük devrimci kazanımından geriye kalan her şey, özellikle üretim araçlarının kolektif mülkiyetine dayalı toplumsal rejimin çökertilmesiyle tasfiyeye uğradı.

Bunun öncesinde, on yıllar zarfında, bu devlet mülkiyetinin imtiyazlı oligarklar, asalaklar ve kolektif mülkiyetin yağmacıları tarafından kullanılmış olduğu doğrudur. Ama buna rağmen, Sovyetler Birliği’ndeki toplumsal ilişkiler özel mülkiyete değil devlet mülkiyetine dayalıydı. Bürokrasi bu devlet mülkiyetinin kendisine değil kullanımına el koymuştu. Bu nedenle mevcut durum devam ederken, Ekim Devriminin asli unsurları nihai olarak tasfiye edilmediği sürece, onlar, sadece SSCB’de değil hatta onun da ötesinde uluslararası ölçekte kapitalist ülkelerde de işçilerin kurumlarının, kazanımlarının, kolektif güvencelerinin, sosyal güvenlik rejimlerinin, yani yalın bir ifadeyle örgütlü ve çıkarlarının bilincinde bir işçi sınıfının temelini oluşturan bir bütünün parçasıydılar. Ve işçi örgütleri ihanetçi önderlikler tarafından yönetildiklerinde bile, her zaman bu temele dayanmış, bunun üzerine oturmuşlardır.

Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından bu yana geçen zaman zarfında ise yeni olan şudur: İşçi sınıfının 21. Yüzyıldaki temel kazanımlarının yıkımı, işgücünün değerini oluşturan ve tüm dünyada işçi sınıfı mücadelesi yoluyla kazanılmış olan hakların ve güvencelerin dünyanın her yerinde tartışmaya açılmasına yol açmıştır. Tüm kıtalarda ve tüm ülkelerde sağ ya da sol hükümetler tarafından bu kazanımlara yönelik saldırılar başlatıldı. Bütün bu hükümetler, piyasa ekonomisinin kaçınılmaz olduğu varsayımıyla özelleştirmelere, sosyal güvenlik sistemlerinin yıkımına ve toplu iş sözleşmelerine yönelik saldırılara katkı sundular.

Haklara ve güvencelere yönelik bu saldırının sonucu, işçi sınıfının örgütlerinin kendilerinin de sorun olarak görülmeye başlanmış olmasıdır. Bugün sürekli güç kaybetmekte, içeriği boşaltılmakta ve çeşitli düzeylerde devletle bütünleşmiş veya bütünleşme sürecinde olan işçi sendikaları bile devreden çıkartılmaya çalışılmaktadır. Sınıf temeli üzerine inşa edilmiş olan partilerin de kendi kendini tasfiyesi söz konusudur, öyle ki, İtalyan Komünist Partisi’nin Hıristiyan Demokratların kalıntıları ile ortak bir oluşum içinde çözülmesi sadece birkaç yıl almıştır. Fransa’da popülizm Boyun Eğmeyen Fransa (LFI) biçiminde karşımıza çıkmıştır ve bir sınıf partisi olmadığı iddiasındadır. Eski “Sol” partilerin ve özellikle birçok ülkedeki komünist partilerin önderliklerinin hemen hepsinin “1917 Ekim’iyle açılmış olan sayfanın sonsuza kadar kapanmış olduğunu” iddia etmek konusunda uzlaşıyor olmaları ibretliktir.

İşte bu nedenle günümüzde işçi hareketinin yeni bir eksende yeniden inşası ve IV. Enternasyonal üyesi olsunlar veya olmasınlar, işçi sınıfı zeminine geri dönüşün gerekli olduğu konusunda ortaklaşan işçilerin, grupların ve militanların eylemlerini uyumlu hale getirmeleri bir zorunluktur.

Hayır! Ekim 1917 ölmedi! Çünkü 1917 Ekim’i, Paris Komününden sonra tarihte ilk kez işçi sınıfının kapitalist sınıfı mülksüzleştirmesini gündeme getirmiştir.

8) Yaşamakta olduğumuz dönem, bize her gün sınıflar mücadelesinin dünya çapında ne denli bütünlük arz ettiğini teyit ediyor.

IV. Enternasyonal “Bloklar”, “Kamplar” ve “Dünyalar” arasındaki mücadeleye dayalı teorileri her zaman reddetmiş ve sınıf mücadelelerinin dünya ölçeğindeki birliği bakış açısına sahip olmuştur. Sol Muhalefet’in takipçisi olarak, “Tek Ülkede Sosyalizm” adı verilen ve Marksizme zıt sözde teorinin, yalnızca gelişen bürokrasi tarafından dünya devrimi için mücadelenin terk edilmesine hizmet ettiğini ortaya koymuştur.

Bugün karşı karşıya olduğumuz üretim araçlarının özel mülkiyetine dayalı sistem, tek ve aynı iflas etmiş sistemdir. Savaş kışkırtıcısı hükümetlerin kana susamış siyasetlerini ve ezilen ulusların işçilerinin ve halklarının boğazını sıkan İMF, Dünya Bankası gibi uluslararası kuruluşların planlarını yönlendiren budur. Çin Devriminin kazanımlarını geriye döndürme arayışında olan ve büyük emperyalist metropollerdeki proletaryanın sömürü koşullarını daha da kuralsızlaştıran tek ve aynı sistemdir.
Tek bir dünya piyasası ve tek bir işçi sınıfı vardır ve bugün her zamankinden de daha fazla Marx ve Engels’in Komünist Manifesto’daki çağrısı olan “Tüm Ülkelerin İşçileri Birleşin!” yüz milyonlarca sömürülen insan için tek çıkış yoludur.

Bugün her zamankinden daha fazla, hiçbir ülkedeki hiçbir işçi sınıfı militanı, kitlelere sosyalizm için mücadelede yardımcı olma fikrini benimseyen hiçbir örgüt şu soruya yanıt vermekten kaçamaz: İşçi sınıfına hangi enternasyonal işçi partisi yardımcı olacaktır? Marx ve Engels bu soruya uluslararası ölçekte önce “Komünist Birlik” içinde, daha sonra da Uluslararası İşçi Birliği’nin (1864, Birinci Enternasyonal) kuruluşuna destek olarak yanıt vermeye başlamışlardır. Bu çaba, Engels tarafından 1889’daki İşçi Enternasyonal’inin (İkinci Enternasyonal) ilanına odaklanılarak devam ettirilmiştir. 1914 Ağustos’unda İkinci Enternasyonal’de yaşanan ihanetin hemen ardından Lenin yeni bir devrimci İşçi Enternasyonal’inin gerekliliği sorununu formüle etmiş ve 1919’da Komünist Enternasyonal’in kuruluşunun temellerini atmıştır. 1938’de Lev Troçki tarafından kurulan IV. Enternasyonal’in süreklilik içinde olduğunu iddia ettiği gelenek budur. Günümüzde işçi örgütü yönetici aygıtlarının her geçen gün artan bir düzeyde kendi burjuvazilerine tabi oluşları (en güçlü olan ABD burjuvazisine doğrudan tabi olmadıkları durumlarda dahi) resmi işçi hareketinin en basit uluslararası (enternasyonal) yeniden bir araya gelişlere (bırakalım örgütlenmeyi, konferans ya da toplantılara) bile uzak durmalarına neden oluyor.


IV. Enternasyonal’in Yeniden Teşkili Örgütlenme Komitesi (OCRFI) ise, tersine, sosyalizm için sınıf
mücadelesine samimiyetle bağlı her grubu, Sosyalist Devrimin Dünya Partisi’ni meydana getirmek için gerekli olan tartışma ve davranış için bir araya gelmeye davet ediyor.

9) IV. Enternasyonal’in uzun bir tarihi vardır. 1938 yılında kurulmuştur. Kuruluşundan itibaren programında Birinci, İkinci ve Üçüncü Enternasyonal’lerin devamcısı olduğunu ileri sürmüştür. IV. Enternasyonal’in de aslında krizlerle dolu uzun bir tarihi vardır. Bu krizlerin her birinde IV. Enternasyonal’in kimi seksiyonları sosyalizm mücadelesinden vazgeçerek burjuvazi ile ittifaka yönelimli bürokratik aygıtların egemen olduğu partilerle aynı hizaya geçmişlerdir.

OCRFI ise kitlelerin mücadelesiyle kazanılacak bir sosyalizm perspektifinde ısrarcı. Bizler IV. Enternasyonal’in kurucu programı olan Geçiş Programı’nın yönteminin ve sloganlarının halen tümüyle yaşadığımız duruma uyarlanabilir olduğunu düşünüyoruz.

Bizler için bu program, Lenin’den alıntılayarak ifade edersek, “bir dogma değil bir eylem kılavuzudur”. Ve bu bakış açısından hareketle, kitlelerin eylemlerine, bu programın formüle ettiği şekilde, bir işçi hükümeti için mücadele yönünde yardımcı olmayı zorunlu görüyoruz. Gene bu programın bir birleşik işçi cephesi için mücadele formülasyonunu da, yani kitlelerin hareketine burjuvaziden kopmaları için yardımcı olmak (veya boyunduruk altında olan ülkelerde bir antiemperyalist cephe ile ilgili önerdiği yöntem) yönündeki düsturlarını da aynı şekilde olmazsa olmaz görüyoruz. Yine geçiş talepleri yöntemini, yani kitlelerin acil talepleri işçi sınıfının iktidara gelmesi konusu arasında köprü kurmayı, veya bu programın işçi demokrasisi
sorununu ve kitle örgütlerine yardımca olma sorununu ele alışını amaca uygun görüyoruz.

Bütün bunlarla birlikte şunun da farkındayız: Bugün işçi hareketinin daha önce görülmemiş ölçekteki krizi oldukça yeni bir durum yaratıyor. Şöyle ki: Tüm dünyada, her bölgede, çeşitli gruplar, militanlar, örgütler, IV. Enternasyonal’in programını benimsemek zorunda olmadıkları veya sahiplenmedikleri halde onunla birlikte çalışıyorlar. İşçi sınıfının kendi hareketini, kendi örgütlerini yeni bir eksende, sınıf bağımsızlığı ekseninde yeniden oluşturmasına yardımcı olmaya çalışıyorlar. Bu hem onlar için, hem bizim için, işçilerin kendi elleriyle kurtuluşu hedefinden, yani üretim araçlarının toplumsallaştırılması, yani sosyalizm hedefinden vazgeçmemek anlamına geliyor.

İşte bizler, bu nedenle 29-30 Ekim 2022 tarihlerinde Paris’te “Savaşa ve Sömürüye Karşı ve Bir İşçi Enternasyonali için Açık Dünya Konferansı”nı ve bunun öncesindeki “İşçi Kadınlar Uluslararası Konferansı”nı toplamak için çok çaba harcadık. Bunların hepsi 2016 yılında gerçekleştirdiğimiz Mumbai (Hindistan) konferansının devamıydı. Bu sebeple Uluslararası İşçi Komitesi’nin (IWC) Ekim 2022 yılında kararlaştırmış oldukları bütün kampanyaları destekliyoruz.

Ortak eylem ve ortak girişimler için herhangi bir önkoşul öne sürmüyoruz. Kendi pozisyonlarımızı kimseye dayatma arayışında da değiliz. Ama özellikle Uluslararası İşçi Komitesi (IWC) içinde ortak eyleme giriştiğimiz tüm yoldaşlarımıza şunu söylüyoruz: IV. Enternasyonal’in Yeniden Teşkili tartışması sadece Troçkist olduğunu iddia eden militanlara ait bir tartışma değildir.

2023 sonbaharı için hazırladığımız konferans, IV. Enternasyonal’in programının güncelliği ile ilgili tüm konuları gündeme aldığı için, başka soruları da çağırıyor. Şöyle ki: Öncü bir partinin inşası ve Rus Devriminde olduğu gibi iktidarın Menşevikler ve Sosyalist Devrimcilerin önerdiklerinin tersine
burjuvaziyle ittifak yapılmaksızın işçi sovyetlerince ele geçirilmesi yolunda Lenin’in yürüttüğü ve daha sonrasında Stalinci yozlaşmaya uğramadan önceki III.Enternasyonal’in kuruluşuna giden mücadelesinin güncelliği; Marx’ın I. Enternasyonal’de işçi hareketinin tüm akımlarını, kendilerine ne ad veriyor olurlarsa olsunlar, işçi sınıfının bağımsızlığı zemininde yer alıyorlarsa yeniden bir araya getirme konusunda yürüttüğü mücadelenin devam ettirilmesi; Engels’in II. Enternasyonal içinde kitlesel işçi partilerinin kurulması ve oluşturulması için verdiği mücadelenin devam ettirilmesi. İşte bu nedenle bu çağrımızı işçi ve demokratik hareketin tüm militanlarına, akımlarına ve örgütlerine yapıyoruz. Geçmişleri ve tarihsel kökenleri ne olursa olsun, bizler gibi işçi sınıfının bağımsızlığı ve sosyalizm mücadelesini terk etmemiş olanlara ve özellikle de Savaşa ve Sömürüye Karşı ve Bir İşçi Enternasyonali İçin Dünya Konferansında ve Uluslararası İşçi Komitesinde birlikte çalıştığımız bütün yoldaşlarımıza bu daveti iletiyoruz.

Bütün bu yoldaşları, kabul ederlerse ve isterlerse 2023 sonbaharındaki Troçkist Enternasyonal Konferansta özgürce tartışmaya katılmaya davet ediyoruz. Bunu ille bize katılınması amacıyla değil, ama işçi hareketini yeni bir eksende yeniden inşa etme doğrultusundaki muazzam zor görevin hiçbir akımın tek başına gerçeği elinde tuttuğu iddiasında bulunamayacağı anlamına geldiği ve bu yüzden de görüş alışverişi, bu görüşleri karşılaştırma ve dolayısıyla demokratik tartışmanın kaçınılmaz olduğu ve bunlar olmaksızın işçi hareketinin kendisini yeniden inşa etmesinin mümkün olmadığı için yapıyoruz. İşte bundan dolayı bu davet mektubuyla hem OCRFI örgütlerine, hem uluslararası ölçekte çok daha geniş bir örgütler, gruplar ve militanlar topluluğuna çağrı yapmakta bir sakınca görmediğimizin bilinmesini isteriz. Bütün katılımcılara ulaştıracağımız bir açık tartışma bültenini ileteceğiz.

İmzacılar
Pakistan
IV. Enternasyonal Pakistan Seksiyonu
Peru
Enternasyonalist Sosyalist Grup
Portekiz
“O Trabalho/Communist Manifesto” Grubu
Romanya
OCRFI Romanya Seksiyonu
Rusya
OCRFI Rus taraftarları
Senegal
Senegal Devrimci Araştırmalar Grubu
Sırbistan
Jacim Milunoviç, işçi militan
İspanya Devleti
İspanya Devletinden OCRFI üyeleri
İsviçre
İsviçre OCRFI üyeleri
Togo
IV. Enternasyonal Togo Grubu (GT4)
Tunus
LG, işçi militanı
Türkiye
Sosyalizm Grubu
ABD
Socialist Organizer
Kanada
Kanadalı Troçkistler Bağlantı Komitesi (CLTC- OCRFI)
Fransa
POID’in Enternasyonalist Komünist Eğilimi, OCRFI üyesi IV: Enternasyonal Fransa Seksiyonu
Almanya
Enternasyonalist Sosyalist Grup (IAK)
Macaristan
IV. Enternasyonal Macar taraftarları
Hindistan
Franklyn D’Souza, (Spark) Subash Naik Jorge,
Hindistan
Franklyn D’Souza, IV.Enternasyonal (Spark)
Subash Naik Jorge, IV.Enternasyonal (Spark)
Cheruvathoor Denzil, IV.Enternasyonal (Spark)
Gausuddin Sheikh, IV.Enternasyonal (Spark)
İtalya
Enternasyonalist Sosyalist Örgüt
Kore
Koreli OCRFI destekçileri
Meksika
Enternasyonalist Komünist Birlik
Fas
OCRFI Fas Seksiyonu
Afganistan
A. Nur, K. Gafuri ve Z. Hamid yoldaşlar
Cezayir
Cezayir Enternasyonalist Sosyalistleri Örgütlenme Komitesi (COSI)
Azanya/Güney Afrika
IV. Enternasyonal Azanya Seksiyonu
Bangladeş
IV. Enternasyonal Bangladeş Seksiyonu
Belçika
Enternasyonalist Sosyalist Örgüt
OCRFI Belçika Seksiyonu
Benin
Beninli Troçkistler Bağlantı Komitesi
Brezilya
Anisio G. Homem, Pedro Jacobs, José Carlos
Santan
Büyük Britanya
Charles Charalambous, yayıncı, işçi enternasyonalisti
Henry Mott, United Emekli Üyeler Seksiyonu (şahsı adına)
Mike Calvert, Islington UNİSON ve Tottenham CLP
Stefan Cholewka, sekreter, Roochdale
Belediye Sendikası Konsey üyesi Nick
Phillips, UNİTE üyesi (şahsı adına)
Burundi
Enternasyonalist Komünistler Birliği
(LCI- OCRFI)

Ekler

Kapitalist Sınıf Hiçbir Zaman Bu Kadar Rekor Kârlar Elde Etmedi

“Her 26 saatte yeni bir milyarder doğuyor, oysa ki eşitsizlikler her 4 saniyede bir insanın ölmesine neden
oluyor. Dünyanın en zengin on insanının servetleri pandeminin ilk iki yılında 700 milyar dolardan 1500 milyar dolara yükseldi – saniyede 15 bin dolar veya günde 1,3 milyar dolar- oysa aynı zaman zarfında insanların yüzde 99’unun gelirleri düşerken 160 milyon insan daha yoksulluk çukuruna düştü. Eğer bu
on insan yarın servetlerinin yüzde 99,999’unu kaybedecek olsalar, gezegenimizde yaşayan insanların yüzde
99’undan daha zengin olmaya devam edecekler.” diye yazmış Oxfam International’ın Genel Müdiresi Gabrielle Bucker. (Oxfam 17 Ocak 2022).
“Yılbaşından bu yana dünyanın en büyük petrol şirketlerinin kârları 1500 milyar Sterlin artarken Rusya’nın Ukrayna’ya açtığı savaş nedeniyle enerji fiyatları tırmanışını sürdürdü. 2022 yılının ilk dokuz ayı için Britanya petrol şirketi Shell ile Fransız petrol şirketi Total 59 milyar dolar (51 milyar Sterlin) kâr
açıklarlarken rakipleri Chevron ve Exxon Mobil Amerikan şirketleri yılbaşından bu yana 70 milyar dolar kâr açıkladılar.
Britanya şirketi BP ise salı günü itibariyle 20 milyar dolar kâr düzeyini aşacağı açıklamasını yaptı.” (The
Guardian, 27 Ekim 2022)
Yatırım bankaları Covid-19 öncesi yıllara göre kazandıklarının üç katını 2022 yılında ithalat/ihracat ve
hammadde finansmanı işlemlerinden (20 milyar dolarlık rekor seviye) kazandıklarını açıkladılar. 2022 yılının
ilk altı ayında petrol ve doğal gaz pazarında 6,6 milyar dolar kazandılar ki, bu kazancı 2021 yılında ancak tüm yıl boyunca yapabilmişlerdi. Gene metal pazarında ilk altı ayda 3,1 milyar dolar kazanmışlarken, bütün 2021 yılı boyunca 4,6 milyar kazanmışlar.
Tarımsal ürünler piyasasındaysa ilk altı ayda 600 milyon dolar kazandılar, oysa tüm 2021 yılı boyunca 300 milyon dolar kazanmışlardı. (Kaynak: Société d’analyse Coalition Greenwich, Eylül 2022).

Emekçi Kitlelerin Genel Yoksullaşması
2022 yılı Eylül ayında BM Genel Kurulunda 200 NGO “Her dört saniyede bir insan açlıktan ölüyor” açıklamasını yaptı.
2021 yılında açlıkla mücadele eden insan sayısı 828 milyon kişi olarak hesaplanıyordu. NGO’lar bu konuda
insani yardım için gereken 49 milyar dolar açığın ortaya konulabilmesi amacıyla devlet başkanlarını ikna
etmeye çalıştılar. Bu miktar, 2021 yılında dünya çapındaki askeri harcamalara yatırılan 2113 milyar
doların 40’ta 1’ine tekabül ediyordu. Ya da Oxfam’a göre, bu, “fosil yakıt şirketlerinin yıllık kârlarının 18 günlük bölümünden daha azına tekabül ediyordu.”
“Save The Children” örgütüne göre “Güney Sudan’da 5 yaşın altındaki 1,4 milyon çocuk kötü beslenmeden
muzdaripdi.” Unicef’in bildirdiğine göre “son aylarda 4 milyon çocuk daha Doğu Avrupa ve Orta Asya’da yoksulluk kıskacına girdiler ki, bu da 2021’e göre yüzde 19’luk bir artıştı. (Kaynaklar: Save The Children ve Unicef, Ekim 2022)
Dünya Çalışma Örgütünün (ILO)ü cretlerle ilgili 2022-23 yılı raporuna göre dünya çapında aylık ücretler
2022’nin ilk altı ayında yüzde 0,9’luk enflasyon da hesaba katılırsa son yirmi yılda ilk kez reel olarak düştü. G-20 ülkelerinde ücretler ilk altı ayda yüzde 2.2 oranında düştü. Bu oran AB’de yüzde 2.4, ABD’de yüzde 3.2 oldu.
ABD’de Harvard Üniversiteli uzman doktorlar “yaşam umudunun feci şekilde düşüşünü” araştırmalarıyla gözlemlediler. Bunun temel nedenini şöyle açıkladılar: “Aşırı ölümlerin sebebi Covid-19’a bağlı olanlar, uyuşturucu kullanımlarının sebep olduğu krizler ve kardiyovasküler hastalıklardır.” Bu araştırmalar ayrıca şunu belirtiyorlardı:
” Bu ölümlerin büyük bir bölümünün ardında sosyal faktörler yatıyordu. Sözgelimi ABD’de yaşam umudu daha kısa olanlar genellikle daha yoksullar, güvencesiz bir beslenmeye terkedilmişler, sağlıklı bir bakıma ya çok az ya da hiç erişemeyenler. İşte bütün bu ve benzeri faktörler yaşam umudunu azaltmsaya katkı sunuyorlar.” (Kaynak: Harvard Health Publishing, 20 Ekim 2022)
Büyük Britanya’da yayınlanan “The Conversation” dergisine göre ” 2010 yılından bu yana kamu hizmetlerinin azaltılması ve hayat seviyesinin düşmesi ilâve 335 bin ölüme sebebiyet vermiştir.” Bu, “kamu harcamalarının sert kısılmalarına tekabül eden dönem sonrasına bağlı aşırı ölümler bizi bekleyen gelecek konusunda fikir verebilir. (…) En yüksek aşırı ölüm oranları “toplumun en yoksul yüzde 10’luk kesimine isabet ediyor.” (Ekim 2022)


Dünya Askeri Harcamalarında Patlama
Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstütüsü’ne (SIPRI) göre 2021 yılı askeri harcamaların rekor
düzeyine ulaştığı yıl oldu(…): 2113 milyar dolar! Bu artışın ardarda gerçekleştiği yedinci yıldı(…) Enflasyon nedeniyle reel anlamda büyüme oranında bir yavaşlama olmakla birlikte, nominal değerler olarak askeri harcamalar yüzde 6.1 arttı.”
2022 yılı sonunda ABD Kongresi 2023 yılı için 2022’ye göre yüzde 8 bir artışla 858 milyar dolarlık bir askeri bütçeyi onayladı. Bu ABD tarihinin en yüksek bütçesi olmanın yanı sıra Rusya’nın askeri bütçesinin 10 katıdır. Bu bütçeye dahil edilen projeler arasında B 83 nükleer bombası vardır ki, bu bomba ABD’nin 1945’de Hiroşima’ya attığı bombadan 40 defa daha yıkıcıdır.
Tahmini askeri harcamaları günü gününe izleyen ” Kiel Dünya Ekonomisi Enstitüsüne göre Rusya’nın Ukrayna’yı 2022 yılı Şubat ayındaki işgalinden bu yana ABD ve NATO ülkeleri hükümetlerinin yaptıkları doğrudan askeri yardımlar (Ukrayna ordusuna sağlanan silahlar) ve dolaylı askeri yardımlar (Zelensky hükümetine verilen krediler) 100 milyar dolar seviyesini aşmış bulunuyor. Ayrıca bu askeri harcamalar özellikle NATO ülkeleri ordularının Ukrayna ve Rusya sınırında gerçekleştirdikleri askeri birlik
kaydırma operasyonları için kullanılan masrafları kapsamıyor.
Üretici Güçler Yıkım Güçlerine Dönüştüğünde Burjuva basınında yer alan gazete ve dergi başlıkları dahi bu yalın saptamayı kabulleniyor. İşte bazıları: ” Araştırmaya ayrılan paralar gerçek hedeflere yönelmiyor. Ne sağlığa, ne eğitime, ne suya ve ne de iklimsel ısınmaya karşı mücadeleye!”, ” Robotlaşma ve insanın
yerini makinanın alması milyonlarca istihdamı ortadan kaldırıyor!”, “Covid şunu acı bir şekilde gösterdi: Az
rastlanır ve tropikal hastalıklar çok az araştırma konusu olurken, tıp esas olarak zenginlerin hayatını uzatmak için hareket ediyor.” Ve gene ” BM’nin bilimsel ve kültürel araştırma örgütü UNESCO bu konudaki kredilerin silahlanmadan ziyade daha ‘faydalı’ alanlara kaydırılmasını tavsiye ediyor” derken şu itirafa bakın: ” en faydasız keşifler kendi kendine çöküyor(…) Gerçekten bu metavers, bu bitcoin, bu
yapay zeka, insan beynine implantlanan çipler neye yarıyor?” (Fransız büyük patronlarının gazetesi “Les Echos”dan aldık, 4-5 Kasım 2022)
Alman haftalık dergisi Der Spiegel (30 Ekim 2022’de) şu başlığı atıyor: ” Yoksa Marx Haklı Mıydı?” “Kapitalist sistem” diyor dergi ” artık yeterli sayıda insanın yararlandığı bir sistem olmaktan çıktı.
(…) Küreselleşme, beraberinde Alman ekonomik modelini de sürükleyerek parçalanıyor. Uluslararası camia
birbirine rakip bloklar arasına sıkışmak üzere, enflasyon zenginlerle fakirler arasındaki eşitsizlikleri daha da
derinleştiriyor, bu arada iklim meselesinin çözümüne yönelik bütün hedeflerimizi ıskalamış bulunuyoruz.”
“Evet” diyor Der Spiegel ve ekliyor, “Kapitalizmin eleştirisi kuşkusuz yeni bir şey değil, sadece Covid 19 ve Ukrayna savaşı bu eleştiriye çok daha derin bir anlam kazandırdı…” Tabii ki Der Spiegel bu değerlendirmeyi yapıp Marx’ı sadece kapitalizmin bir “eleştirmeni” düzeyine indirirken, bu eleştiriye bütün hayatını vakfetmiş olan Marx’ın vardığı şu sonuca hiç değinmiyor: İşçilerin kendi kurtuluşlarını kendilerinin sağlamasına yardımcı olacak olan İşçilerin Uluslararası Devrimci Partisinin inşasının zorunluluğu.

Emekçilerin Haklarını Savunduğunu İleri Süren Başlıca İşçi Örgütlerinin Yöneticilerinin Savaş Kışkırtıcısı
Hükümetlerine Verdikleri Destek

1 Mart 2022 tarihinde Avrupa Komisyonu Başkanı Von Der Leyen Avrupa Parlamentosunun oturumuna şu karar tasarısını sunuyordu: ” NATO’nun varlığı cesaretlendirilmeli”, “Ortak askeri tatbikatların yapılması gündeme getirilmeli”, “Rusya’ya uygulanan yaptırımları sahası genişletilmeli” ve “Ukrayna’yı daha fazla silahlandırmak amacıyla ek fonlar oluşturulmalı.”
Avrupa Sosyalist Partisi gruplarıyla Sol Grup/The Left (ki aralarında “LFI” Boyun Eğmeyen Fransa ile Syriza da vardı) vekillerinin neredeyse tümü bu tasarı lehinde oy kullandılar.
7 Nisan 2022’de Avrupa Parlamentosunun çağrısını şu şekilde yaptığı yeni bir karar neredeyse “sol” vekillerin oybirliğiyle kabul edildi: “Ukrayna’ya silah sevkiyatını yoğunlaştırmak ve Atlantik ötesi müttefiklerle koordinasyonu güçlendirmek”.
6 Ekim tarihinde Avrupa Parlamentosunun yaptığı şu çağrı da “Sol” Avrupalı vekiller tarafından
neredeyse hep birlikte kabul edildi: “Zelensky’nin ordusuna askeri yardımların yoğunlaştırılmasının” yanı sıra “AB’nin Ukrayna’ya kendi ileri silah sistemlerini göndermesi ya da Ukrayna askerlerinin askeri eğitimlerinin geliştirilmesi için girişimlerde bulunulması.”

***