(Sungur Savran’a çeşitli hatırlatmalar)
— Şadi OZANSÜ
Patronsuz Generalsiz Bürokratsız SOSYALİZM dergisinin Temmuz 2001 tarihli 1. sayısındaki “Kitlesel Bir İşçi Partisinin Gerekliliği Üzerine” ve gene aynı derginin Mart 2002 tarihli 4. sayısındaki “Kitlesel Bir İşçi Partisinin İnşasının İmkanları” başlıklı yazılarıma ek olarak, bu sayıda, aynı konuda daha ayrıntılı bir başka yazı yazmama derginin Yayın Kurulu olarak karar verdiğimizde, İŞÇİ MÜCADELESİ dergisinin Ocak- Şubat 2004 tarihli 10. sayısında Sungur Savran’ın kaleme aldığı “Lula’nın bir Yılı: Post-Leninizmin İflası” başlıklı yazıyla karşılaştık. Bu yazının başlangıç ve sonuç bölümlerine eğreti olarak tutturulanüslup vepolitik değerlendirmeler, bizi, ister istemez, son yirmibeş yıllık tarihimizin bir kez daha gözden geçirilmesine sevk etti. Dolayısıyla, Yayın Kurulu olarak planlamış olduğumuz yazıdansa, aynı yazıyı Sungur Savran’ın bize sunmuş olduğu tartışma alanından yararlanarak şekillendirmeyi daha uygun bulduk. Bu imkanı bize sağladığı için, gerek İŞÇİ MÜCADELESİ dergisine, gerekse Sungur Savran’a teşekkür ederim.
“Kitlesel İşçi Partisi” Taktiğinin Türkiye Serüveni
Sungur Savran şöyle yazıyor: ” Ama PT (yani Brezilya İşçi Partisi -ŞO) türü partilere devrimci Marksist hareket içinde böyle bakanlar hiç de BirSek (IV. Enternasyonal Birleşik Sekretaryası-ŞO) ile sınırlı değildir.Türkiye’de de bu çeyrek yüzyıl içinde “işçi kitle partisi” kavramını fetişleştirme yönünde bir eğilim (bütünüyle BirSek akımından bağımsız olarak) iki dalga halinde ortaya çıktı. Birinci dalga, 1986-87 yıllarında ZEMİN dergisi çevresinde belirmişti. İkinci dalga ise bazı devrimci Marksistlerin 2001-2002 yıllarında Birleşik İşçi Emekçi Partisi girişimi içinde erimeye yönelik tutumuyla belirdi. Brezilya’dan farklı olarak, mücadeleci bir işçi hareketinin var olmadığı koşullarda benimsenen bu taktiğin her iki durumda da başarısız kalmış olması işin özünü gözlerden saklamamalı. “Yeni tip parti” anlayışı, devrimci Marksist hareket içinde çok farklı görüşlerden insanların kafasını çelmeyi bu topraklarda başardı.”Hayret, bir paragrafta neredeyse kullanılan cümle sayısını aşacak kadar yanlış bilgi! Şimdi bu yanlış bilgileri Sungur Savran’ın çok aşına olduğu tarzda önce bir “kategorize” ederek sıralayalım.
Birincisi; bildiğimiz kadarıyla PT’nin kuruluşundan itibaren bu partinin içinde üç ana devrimci Marksist akım yer aldı. Bunlar sırasıyla Mandelist BirSek, Morenist LİT-CI (Uluslararası İşçi Birliği – IV. Enternasyonal) ve Lambertist CCI-IV (Uluslararası Komünist Akım- IV. Enternasyonal) idi. Bunlardan sadece ve sadece BirSek akımının PT türü partileri leninist partiyi ikame edecek bir model olarak gördükleri herkesin malumu. Kaldı ki, onlara bile bu kavramı “fetişleştirdikleri” suçlamasında bulunmak doğru olmasa gerek, çünkü bu akım tam bir “inançsızlar” (iyi ya da kötü anlamda) topluluğu. Dolayısıyla PT türü partilerin leninist modelin yerini tutacak birer parti olabilecekleri anlayışı uluslararası devrimci Marksist kampta sadece BirSek ekibinin bir kısmı için geçerlidir.
İkincisi; Türkiye devrimci Marksist hareketine baktığımızda, kitlesel bir işçi partisi önerisinin ilk kez 1986-87 yıllarında ZEMİN dergisi çevresince ortaya atıldığı iddiası doğru değildir. Daha 12 Eylül askeri diktatörlüğünden önce devrimci Marksist İŞÇİ CEPHESİ gazetesinin Şubat 1980 tarihli sayısındaböyle bir parti önerisinin bütün öncülleri ortaya atılmış, muhtemel bir askeri diktatörlük rejiminin engellenmesi için TÜRK-İŞ ve DİSK’in bir araya gelmesi ve politik bir müdahaleyle Türkiye işçi sınıfına genel grev çağrısında bulunmaları gerektiği ileri sürülmüştü. Gene aynı gazetenin “Tarihten Yapraklar” sayfasındaAlmanya’da 1920 yılı 12 Mart’ında büyük burjuvazi tarafından gerçekleştirilmek istenen Kapp darbesinin sağ Sosyal Demokrat bir sendikacı olan Legien’in Alman işçi sınıfına yaptığı genel grev çağrısıyla nasıl ezildiği anlatılmıştı.
Üçüncüsü; ZEMİN dergisi Yayın Kurulunun içinde, şimdilerde her ne kadar reddi miras etmiş olsa da, o sıralar sadece tek bir devrimci Marksist’in yer aldığı herkesçe bilinir. Sungur Savran’ın ZEMİN dergisini devrimci Marksist olarak nitelendirmesini anlayabilmiş değilim.
Dördüncüsü; Sungur Savran kendisi de içinde yer aldığından çok iyi bilir ki, Türkiye’de en kapsamlıkitlesel işçi partisi çağrısını 1990-91 yıllarında Patronsuz, Generalsiz, Bürokratsız SOSYALİZM gazetesi yapmıştır. Hatta PGB SOSYALİZM bu çağrısını geçmişte olduğundan daha da somutlandırmış ve o sıralar Zonguldak maden işçileri ayaklanmasının başını çeken Genel Maden-İş Sendikasının Genel Başkanı Şemsi Denizer’e “İşçilerin Kendi Partisi”nin kuruluşuna öncülük etmesi için çağrıda bulunmuştu.
Beşincisi, “yeni tip bir parti” fikriyle “kitlesel bir işçi partisi” fikirlerinin aslında aynı anlama geldiklerini ileri sürmek sanırım son derece zorlama bir yaklaşım. Elmalarla armutları aynı sepete atıp toplamaya kalkmak Sungur Savran’ın düşünce sistematiğine hiç yakışmıyor,bu olsa olsa kötü bir polemik yürütme tarzı.
Altıncısı, “işçi hareketinin yükseliş içinde olmadığı koşullarda ortaya atılan kitlesel işçi partisi” önerilerinin başarısızlıkla sonuçlandığına ilişkin yaklaşım gerçeği ne ölçüde yansıtıyor? Yukarıda değindiğim gibi ZEMİN dergisi dönemi devrimci Marksistleri doğrudan ilgilendirmiyor. PGB SOSYALİZM’in 1990-91 önerisi ise herkesin bildiği gibi süreklilik taşımayan yarım kalmış bir öneridir. Kaldı ki, bir tür “yükseliş” koşullarında ortaya atılmış olduğu için parantez içine alınabilir. Geriye bir tek PGB SOSYALİZM’in 2000-2001 yıllarında ortaya atılmış olan önerisi kalıyor ki, bu da, pratikte daha yeni gündeme gelecek. Dolayısıyla nasıl oluyor da kolaylıkla bir “başarısızlık”tan söz edilebiliyor. Kitlesel bir işçi partisi önerisinin başarısızlığından dem vurmak için, öncelikle yaklaşık 15 yıl savunulan “Solun Yeniden Kümelenmesi” anlayışının başarısızlığından söz etmek gerekmez mi? Bence bu soru hem Sungur Savran’ın hem de bizlerin kendi kendimize sormamız gereken daha anlamlı bir soru değil mi? Eğer bir özeleştiri yapılması gerekiyorsa – ki biz buna sonuna kadar varız- işe bu noktadan başlamak daha doğru olmaz mı?
Yedincisi , kitlesel bir işçi partisi fikriyle kafaları çelinmiş çok sayıda (!) Türkiyeli devrimci Marksistler, kimlerdir? Çok merak ediyorum doğrusu.
Sekizincisi ve sonuncusu, “(…) bir başka kitlesel işçi partisi fetişleştirilmesi2001-2002 yıllarında bazı devrimci Marksistlerin (PGB SOSYALİZM kastediliyor- ŞO) Birleşik İşçi Emekçi Partisi girişimi içinde erimeye yönelik tutumuyla belirdi” şeklindeki yaklaşımın birazdan ayrıntılı bir biçimde açıklayacağımız afakiliğidir.
Brezilya PT’si ya da Kitlesel İşçi Partisi nedir?
Troçki’nin 1938-39 yıllarında ABD işçi sınıfıiçin önerdiği Kitlesel İşçi Partisi taktiğinin 1978-79 yıllarında Brezilya’da somutlanmasından başka bir şey değildir Lula’nın PT’si. Böyle bir taktiği ilk kez Troçki gündeme getirdiği içindir ki, Brezilya PT’sinin kuruluşuna da bu gelenekleri sayesinde troçkistler de katılmışlardır. Öte yandan nasıl Rosa Luxemburg geçtiğimiz yüzyılın başındaki Alman Sosyal Demokrat Partisini aslında Alman işçi sınıfının kendisi olarak nitelemişse, PT de Brezilya işçi sınıfının kendisidir. Nitekim Birleşik İşçi Sendikası olan CUT ile PT birlikte değerlendirildiğinde ortaya çıkan aslında birleşik işçi cephesinden başka bir şey değildir. İşte Troçki açısından da kitlesel bir işçi partisi önerisi aslında bir birleşik işçi cephesi taktiğinin somutlanmasının ne bir fazlası ne de bir eksiğidir. İşte Sungur Savran’ın anlayamadığı ya da anlamak istemediği de tam budur. Evet PT, bir “parti olmayan partidir”, çünkü bir partiden ziyade cephedir. Ama bu ÖDP’lilerin önerdiği gibi küçük ya da orta burjuvaların oluşturduğu bir tip halk cephesi değil , tam tersine bir işçi cephesidir. O yüzden devrimci Marksistler tarafından kurulması önerilmişve bugün de desteklenmektedir.
Şimdi devrimci Marksistlerin çok iyi bilmesi gereken bir hususu bir kez daha belirtmek zorunda kalıyorum: Bırakalım bir işçi cephesini, bir ihtilal organı olan işçi sovyeti, konseyi ya da şuralarının bile devrimcive reformist dönemleri, anları vardır. Sınıf mücadelesinin seyri, temposu ve devrimci partinin müdahalesi bu organları devrimcileştirebilir ya da tersi olur. Bu yüzden, devrimci Marksistler “sovyet” fetişizmi bile yapmayacaklarına göre, PT türü partileri kendi gözlerinde nasılfetişleştirebilirler? Ama zaten sorun bu değil. Sorun, daha başından ya da sonrasında reformistleşebilirler gerekçesiyle bu tür partilerin kuruluşunaleninizm adına karşı çıkmaktır. Biz, PGB SOSYALİZM olarak, Sungur Savran’ın bugün PT ile ilgili olarak yaptığını ileri sürdüğü “özeleştiri”den yıllar önce Lula önderliğine güvenmediğimizi belirttik, ama PT’yi desteklemeye devam ettik. Hatta yukarıda değindiğim gibi daha fazlasını bile yaptık: Kendisine zerre kadar güvenmediğimiz halde rahmetli Şemsi Denizer’eZonguldak eylemi sırasında bir işçi partisi kurması önerisinde bulunduk. Dışımızdaki sol – ve hakkını yemeyelim o sıralar Sungur Savran – bu taktiğe karşı çıktı ya da burun kıvırdı. Bizse Şemsi Denizer ile Lula arasında bir fark olmadığını söyledik. Çünkü Lula nasıl 1978 yıllarında Brezilya işçi sınıfını harekete geçirmiş idiyse Şemsi Denizer de Türkiye’nin en geri bilinçli işçi sınıfını eyleme sokarak siyasallaştırmıştı. 1991’de Türkiye’de böyle bir parti kurulmadı, ama Denizer TÜRK-İŞ yönetimine, “işçiler benim parti kurmamı istiyorlar” tehdidini savurduğunda, bu yolda harekete geçmemesi için derhal TÜRK-İŞ Genel Sekreterliğine getirildi. Burjuvazi ve devlet bizim sosyalistlerimizden daha uyanık davranmıştı! PGB SOSYALİZM için reformist karakterde de olsa bir işçi cephesinin varlığı hiç olmamasından daha önemliydi. Gerçekten de 90’lı yılların başında böyle bir parti inşa edilmiş olsaydı ve bu partinin önderliği şimdi Lula gibi “ihanet” içinde olsaydı bile, Türkiye’de sınıf mücadelesinin düzeyi şimdi olduğundan çok daha ileri bir noktada olurdu. Neyse biz gene konumuza dönelim.
Leninist Parti ile kitlesel işçi partisi ilişkisi meselesi
Yukarıda da belirttiğimiz gibi ne Brezilya PT’si ve ne de bizim şimdi Türkiye için önerdiğimizkitlesel işçi partisi bir leninist parti değildir.Başka bir deyişle işçi sınıfının sadece en deneyimli ve ileri unsurlarını bünyesinde toplayan bir parti değil, tam tersine hem bu kesimleri, hem doğal işçi önderlerini ve hem de kapitalizmin saldırılarından bunalan sıradan işçileri kucaklamaya çalışan bir sınıfcephesi partisidir. Dolayısıyla bu parti, her zaman yabancı sınıfların ideolojik saldırılarına açık ve onlardan kolay etkilenen bir parti olacaktır. Ancak bu durum, onun bir sınıf partisi olma özelliğini ortadan kaldırmayacağı gibi, ona, diğer partilerden farklı bir aidiyet, bir sınıf aidiyeti sunacaktır. Leninist bir parti inşa etme iddiasında olan her sınıfçı akım böyle bir partinin içinde yer almak durumundadır. Ortada bir işçi cephesi dururken, bunun karakterinin devrimci olmadığını ileri sürüp dışında kalmak herhalde leninizmin değil olsa olsa “sol komünizm”in işi olabilir.
Leninist Parti ve devrim
Gelelim leninist parti ve devrimmeselesine. Troçki’nin hayatta olduğu dönemde başarılı bir proleter devrimi olarak sadece Sovyet devrimi vardı. Sovyet partisinin karşı devrimci bürokrasisi dünyanın pek çok ülkesindeki devrimci durumları ya Almanya örneğinde olduğu gibi sol sekter üçüncü yol (faşizm= sosyal faşizm) ya da İspanya’da olduğu gibi sınıf işbirlikçisi halk cephesi (burjuva partileri önderliği altında hükümetlere katılma) politikalarıyla dinamitliyordu. 2.Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan koskoca bir dünya devrimci durumu bile stalinist bürokrasinin devrimlerin önüne ket koyan politikalarını frenleyemedi. Ama SBKP bürokrasinin bütün bu çabalarına rağmen Yugoslavya, Çin ve daha sonra Küba devrimleri başarıya ulaştı. SBKP’nin başından itibaren karşısında yer aldığı bu devrimlerin hiçbirine leninist bir parti öncülük etmemişti. Daha sonra Nikaragua devrimine de etmedi. Tabii ki İran devrimine de etmedi. Sorun, Troçki döneminden farklı olarak, artık leninist olmayan partilerin de bazı proleter devrimlerine öncülük edebilecekleriydi. Ama bu durum sanılabileceği gibi leninist bir işçi partisinin gerekliliğini ortadan kaldırmadığı gibi, onu daha da zorunlu kılıyordu. Çünkü leninist parti artık sürekli devrim ya da “kesintisiz devrim” anlayışından ayrı olarak düşünülemezdi. Gerçekten de,yukarıda adlarını sıraladığımız başarılı devrimlerin öncü partilerinin hemen hepsi “tek ülkede sosyalizm” sözde karşı devrimci teorisine bağlı kaldıklarından enternasyonalist misyonlarını yerine getiremedikleri gibi”milli komünizm” ülküsüne yaslanarak devrimci yükselişleri engellemişlerdir. Nitekim Mao’nun önderliğindeki Çin Komünist Partisi Endonezya devriminin boğulmasına sessiz kalmış, Castro önderliğindeki Küba Komünist Partisi de Latin Amerika devrimci sınıf mücadelelerinin hep uzağında durmuş, sürekli olarak onları dizginlemeye çalışmıştır. Dolayısıyla Nahuel Moreno’nun da doğru tespit ettiği gibi artık günümüzde devrimleri sonuna kadar götürebilecek olan tek parti modeli troçkist ya da troçkist leninist modeldir. Dolayısıyla buradan çıkartılması gereken sonuç şudur: Bir devrimin başarılı olabilmesi için leninist parti modeli şart değildir, ama devrimin sürekliliğinin korunabilmesi için hem ulusal hem de uluslar arası düzlemde leninist-troçkist partiler ve Enternasyonal zorunludur.
Türkiye’de leninist parti nasıl kurulabilir, nereden geçer?
Yaklaşık 22 milyon çalışanı ve 5,5 milyonluk sanayi proletaryasını barındıran bir ülkedir Türkiye. Ve kısa süreli birinci TİP dönemi bir kenara bırakılacak olursa, herhangi bir işçi sınıfı partisi yaşamamış bir proletaryadır söz konusu olan. Leninist bir parti ya da devrimci bir işçi partisi, adı üzerinde işçi sınıfı partisi olmak zorundadır. Böyle bir partinin birleşik işçi cephesi taktikleri uygulanmadan doğabileceğini varsaymak tam bir hayalperestliktir. Öğrenciler ve öğretmenlerden oluşan bir yapıyı ya da partiyi leninist olarak nitelendirmek komiktir. Çünkü leninist parti her zaman bir işçi partisi olmuştur. Devrimci bir işçi partisi kurmaya niyetlenenler, içinden devrimci işçileri devşirebilecekleri çok daha esnek ve geniş bir zeminin öncelikli olarak yaratılmasına katkıda bulunmak zorundadırlar. Bu zemin, yani kitlesel işçi partisi zemini oluşturulamadığı müddetçe leninist bir işçi partisini inşa etmek de, mevcut durumda görüldüğü gibi giderek daha da zorlaşacaktır. Her şeyden önce öncü işçi kadrosu, yani leninist partiyi oluşturacak öncü işçi kadrosu belli bir sınıf mücadelesi deneyiminden geçmiş kadrolardır. Bunlardan 12 Eylül öncesinden kalanları çok az, 89 eylemlerinden geriye kalanları daha da azdır. Dolayısıyla bugünün koşullarında ulusal ölçekte mücadele edecek bir leninist partinin iskeletini oluşturacak sayıda ve nitelikte öncü işçi kadrosunun ne yazık ki bulunmadığını belirtmek durumundayız. O halde yapılması gereken, en basit sınıf çıkarları temelinde ve geçiş talepleri şeklinde formüle edilmiş bir programla sınıfın ortalama kesimlerini de siyasallaştıracak bir yönelişe girmektir. Başta örgütlü işçi kesimlerinden hareket edecek böyle bir yönelişin kuruluşuna ön ayak olacağı bir işçi partisinin kazanacağı ortalama kadrolardır ki, ancak geleceğin öncü işçi kadroları haline gelebileceklerdir.
“Solun Yeniden Kümelenmesi” anlayışı ve ÖDP yönelişi yanlıştı
Bilindiği gibi Sovyetler Birliği’nin parçalanmasından hemen önce dünyada ve Türkiye’de sosyalist hareketin yeni bir kümelenme içine gireceğini ve bu kümelenmeden devrimci Marksistbir alanın doğacağını ileri sürmüştük. ÖDP’yi böyle bir zemin olarak görmüştük. Bu yeniden kümelenme sürecinde ÖDP’yi önce bir işçi-emekçi partisi haline dönüştürmeyi ve bu arada onun içinde devrimci Marksist bir kamp yaratmayı hedeflemiştik. Eski stalinistlerle troçkistlerin bir tür devrimci Marksizm alanında bir araya gelebilecekleri hayaliydi bu. Bu hayal İtalya’da “Rifondazione Communista” ile , Almanya’da PDS ile, İspanya’da “İzquerda Unida” ile gerçekleşti. Türkiye’de ise ÖDP çatlayıverdi. Çatlamayan diğer üç parti ise büyük ölçüde Üçüncü Yol’un izleyicisi haline geldiler. ÖDP’nin geriye kalanı da şimdi bu yolda hızla ilerliyor. Yani Türkiye’de ve dünyada solun yeniden kümelenmesinden hayırlı bir durum çıkmadı. Bunda IV.Enternasyonal Birleşik Sekretaryası’nın kuşkusuz büyük payı var. Biz de uzun yıllar üstü örtülü biçimde bu anlayışı savunduğumuz için bu konuda sıkı bir özeleştiri yapmak zorundayız. İŞÇİ MÜCADELESİ’nin de böyle bir özeleştiriye ihtiyacı var. Sorun, Lula’nın genetik değişikliğe uğramasından daha vahim.
BİEP Girişimi içinde erime meselesi
Sungur Savran, bazı devrimci Marksistlerin (PGBS kastediliyor – ŞO) 2001-2002 yıllarında Birleşik İşçi Emekçi Partisi girişimi içinde erimeye yönelik bir tutum içine girdiklerini iddia ediyor. Doğru söylemiyor, çünkü bilmiyor. Ama tuhaftır, bilmediği konularda susmasını çok iyi bilen Savran, bu konuda susmuyor. Daha doğrusu iki yıldır susarken şimdi konuşuyor. Anlaşılmaz bir durum. Eğer PGBS’nin bu konuda yanlış yaptığını düşünüyor idiyse, en basit devrimci sorumluluk daha o zamandan bir uyarıyı gerektirmez miydi? Savran, sanki ,”İşte leninizmden ayrılanların başına gelecek olan budur” haklı memnuniyeti içinde. Oysa,yukarıda da kısmen özetlediğim gibi, PGBS ile BİEP girişiminin birleşmesi Sungur Savran’ın sandığının tam tersine son derece leninist bir birleşmeydi. BİEP girişiminden arkadaşlar dar bir yapı inşa etmek gerektiğini, kitlesel bir işçi partisinin şu an için gündemde olmaması gerektiğini ifade ettiler. Biz ise, kitlesel bir işçi partisi taktiğinin izlenmesi gerektiğini ileri sürmemize rağmen,öncelikle leninist bir yapıda kendileriyle birlikte olabileceğimizi, daha sonrasına ortak yapıda karar verebileceğimizi ifade ettik. Birlikteliğimiz böyle oldu. Arkadaşlar ortak yapıda program ve yöneliş konularında azınlıkta kalınca ayrılmaya karar verdiler. İşte Sungur Savran’ın BİEP içinde erime olarak anlattığı durum budur. İŞÇİ MÜCADELESİ’nin dikkatine sunulur.
Sungur Savran’ın ikilemi
Öte yandan, Sungur Savran, 25.01.2004 tarihli Gündem gazetesindeki “Sendikalar Nasıl Kurtulur?” başlıklı yazısında Türkiye’de 1961 yılında kurulan Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) 1965 yılında yapılan genel seçimlerde meclise 15 milletvekili yollama başarısını gösterdiğini belirttikten sonra, gene aynı partinin 1967 yılında Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nu (DİSK) kurmasını överek anlattıktan sonra, konumuza fazlasıyla bağlı olan şu tespiti yapıyor: “Yükselen bir kitlesel işçi hareketi veya sosyalist solda bir çekim merkezi. Bugünün Türkiye’sinde bunların ikisi de ufukta görünmüyor. Elbette bir devrimci işçi partisi yaratmak asli bir görevdir. Ama o zamana kadar sınıf mücadeleci sendikacı ve işçiler ellerini kollarını bağlayıp bunu mu bekleyecek? Hayır! Her dönem, kendi nesnel koşullarına uygun bir taktik yaratmayı bilmeli. Bugün esastartışılması gereken bu taktiktir. Bu konuyu da bir sonraki yazımızda işleyelim” diyor. Çok güzel! Peki siz şimdi bu yazıdan ne sonuç çıkartıyorsunuz? Herhalde şu olsa gerek: Bir taktik olarak TİP’in kuruluşu sınıf mücadelesine çok önemli bir katkı sunmuştur. İçinde bulunduğumuz dönemde yükselen bir kitlesel işçi hareketi veya solda bir çekim merkezi yoktur. Devrimci bir işçi partisi stratejik hedeftir, ama bugünden yarına inşa edilemez. Dolayısıyla nesnel koşullara uygun bir taktik adım atılmalı, yani kitlesel bir işçi partisi taktiğine yönelinmeli ya da bu taktik tartışılmalıdır. Evet Sungur Savran muhtemelen İŞÇİ MÜCADELESİ dergisinin 10. sayısında yayınlanan yazısından sonra bu yazıyı kaleme alıyor. Ve tabii Gündem’in bir hafta sonraki sayısında bu konuyu açarak tartışmaya devam edemiyor. İnsan sormadan edemiyor: Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu.