La Vèritè/Gerçek‘in 73. sayısında yayımlanmıştır.
— Daniel Gluckstein
2012’nin başında imzalanan iki yeni Avrupa antlaşması, Avrupa Birliği (AB) kurumlarının çözülmekte olduğunu ve proleter devrime doğru ilerlemekte olduğumuzu gösteriyor.
Bu antlaşmalardan ilki 2 Şubat 2012 tarihinde imzalandı ve Avrupa İstikrar Mekanizması (European Stability Mechanism – ESM) oluşturuldu. ESM Avrupa için bir “uluslararası para fonu”. Tıpkı IMF gibi “yapısal uyum programları” uygulama gücü ve uzmanlar göndererek bu programların uygulanıp uygulanmadığını denetleme yetkisi var. Yine IMF gibi, her ülke iktisadi gücüne oranla bu fona katkıda bulunuyor. Tüzüğüne göre ESM’nin içinde IMF’den resmi bir temsilci yer alıyor.
ABD’li yetkililer ESM’ye “acil durum freni” adını veriyorlar. Bu “fren”in birinci amacı; Amerikan finans sermayesini, Yunan ekonomisinin çöküşünün ve Avrupa’nın diğer ülkelerindeki benzer durumların etkisiyle şiddetlenen çözülme krizinin etkilerinden korumak. ABD yönetimi bir düzine Avrupalı liderin de desteğini alarak ESM’nin planlanandan (700 milyar avro) daha fazla miktarda finanse edilmesini, böylece Amerikan finansal çıkarlarını Avrupa’daki krizden sakınmayı amaçladı. Bu finansman artışı kararı, tek başına fonun çeyreğinden fazlasını finanse eden Alman emperyalizmi için kolay lokma olmadı. Peki, bu para ne işe yarayacak? Kriz başladığından bu yana iç edilen milyarlarca avroya bakacak olursak, bu para da bankerlerin, spekülatörlerin ve diğer sermayedarların cebine gidecek gibi görünüyor. Zira “Yunanistan’a yardım” adı altında büyük miktarda para bankalara akıtılmış, halk yoksulluğa itilmişti.
2 Mart’ta devlet ve hükümet başkanları Brüksel’de bir araya gelip bu kez İktisadi ve Parasal Birlikte İstikrar, Koordinasyon ve Yönetişim Antlaşması’nı (Treaty on Stability, Coordination and Governance in the Economic and Monetary Union – TSCG) imzaladılar. ESM antlaşması, bir ülkenin borç alabilmesi için TSCG antlaşmasının gerekliliklerine uymasını şart koşuyor. TSCG metninin önemli bir kısmı, yirmi yıl önce imzalanan Maastricht Antlaşması’nda yazılanların tekrarı. Bu ne anlama geliyor? Avrupa Birliği’ni oluşturan Maastricht Antlaşması’nı anımsayalım. Bu antlaşmanın en önemli unsuru, Avrupa Merkez Bankası tarafından idare edilecek avroyu oluşturmaktı. Avrupa Merkez Bankası’na bir ülkenin kamu borcunun GSYH’sinin yüzde 60’ını geçemeyeceği, bütçe açığının ise GSYH’nin yüzde üçünün altında olması gerektiği söylenmiş, özelleştirme, yıkım anlamına gelen “serbest ve müdahalesiz rekabet” kurallarını uygulaması için yetki verilmişti. Zamanında Alman Merkez Bankası başkanı Hans Tietmeyer “Artık daha fazla kurlarla oynayamayız… Ayarlamaların yükü bundan böyle uluslardaki emek ücretlerinin üstünde olacak” demişti. Geçtiğimiz yirmi yıl boyunca farklı partilerden tüm hükümetler bu “faktörü” sosyal refah sistemlerine, işçi haklarına saldırmak için kullandılar; kirli işlerine sendikaları bulaştırmaya çalıştılar. Büyük saldırılar gerçekleştirildi. Ulus devletler ve ulus devletler çerçevesinde inşa edilen siyasi demokrasi şimdi tehdit altında…
Diğer taraftan şöyle bir gerçek de var. Bu saldırılar birçok ülkede büyük çaplı sınıf mücadeleleriyle karşılandı. Bu hareketler karşı-reformlara karşı eylem birliği örgütlemeyi reddeden işçi örgütlerinin liderlerine rağmen gerçekleşti. Örneğin, Alman İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun (DBG) desteği olmasa sosyal demokrat şansölye Schröder yıkıcı kuralsızlaştırma politikalarını hayata sokamazdı. Fransa’da önderler, bilhassa en büyük sendika konfederasyonu, 2010 emeklilik reformu sürecinde karşı-reformun parlamentoda kabul edilmesine izin verdi. Hem de milyonlarca işçinin sokağa dökülmesine rağmen… İspanya ve İtalya’da da sendika liderleri yıkıcı karşı-reformlara geçit veren hain antlaşmalar içerisine girdiler. İşçi sınıfına saldırının boyutu büyük oldu. Ama yetmedi! Çünkü işçiler sınıf mücadelelerine bir başladılar mı, ne güçlükle karşılaşırlarsa karşılaşsınlar örgütlerini—liderlerine rağmen—direnmek ve kazanımlarını geri almak için kullanırlar. 2007-2008’den bu yana ABD’de başlayıp hemen Eski Dünya’ya yayılan, önce alt gelir grubu mortgage krizi, sonra borç krizi gibi görünen, fakat çabucak kapitalist ekonominin çözülme krizi olduğu anlaşılan kriz sonrasında Maastricht kriterleri çatırdadı. Tüm Avrupa ülkelerinin borç hadleri yüksek. Kamu açıkları Maastricht Antlaşması’nda belirtilen limitin iki katını aştı. Bu kapitalist sınıfın kendi krizini çözememesine ve çürüyen kapitalizmin1 doğasında yer alan işçi sınıfı direnişine yol açtı.
Bir açıdan bakıldığında TSCG kristalize olmuş sınıf mücadelelerinin ters yüz olmuş halidir. İşçi sınıfı, sermayenin canı istediği kadar saldırmasına müsaade etmemiştir. Gelin kredilendirme kuruluşlarında belirgin ifadesini bulan Amerikan finans sermayesine bakalım şimdi de. Standard & Poor’s, 2012 başında Fransa’nın kredisini düşürdüğünde, ülkede emek piyasası katılığı olduğunu ifade etmişti. Ve Amerikan finans sermayesi Avrupa hükümetlerine sesleniyordu: İşçi sınıflarınızı daha etkili şekilde ezmelisiniz. Emek piyasasını esnekleştirmelisiniz.
Buyurun tercüme edelim: İş kanununu, toplu sözleşmeleri, sosyal refah sistemlerini ve işçi sınıfının mücadelelerle kazandığı tüm hakları ortadan kaldırırsanız, ancak o zaman finans sermayesi sahiplerinin size güvenlerini yeniden tahsis edebilirsiniz. Kredi notu düşürülmesi bir “ekonomik değerlendirme” değil, sermaye sınıfının yürüttüğü saldırı temelinde, toplumsal ve siyasi bir değerlendirmedir.
TSCG antlaşmasının ve bu antlaşmanın gündeme geliş bağlamının özü burada yatmaktadır. Antlaşma eşi benzeri görülmemiş bir vahşet öneriyor. Tamamıyla uygulamaya sokulması, isçi sınıfının büyük bir yenilgiye uğratılması ve AB’nin ülkeler üstü diktatörlüğe dönüştürülmesi demek olacak. Böylece Avrupa uluslarının siyasi demokrasi ve egemenlikten ellerinde kalanlar da yok olup gitmiş olacak.2
Böyle bir planın geçmesi işçi hareketinin her tür bağımsızlığının yok olması demek. Zira kapitülasyonlara ve işçi sınıfını dağıtma çabalarına rağmen işçi sınıfı hala ayakta. Bu yüzden İspanya’da sendika liderleri Toxo ve Mendez, Zapatero hükümetiyle hain bir anlaşmaya vardıktan henüz birkaç hafta sonra yeni Rajoy hükümetinin ilk dalga önlemleriyle karşılaşınca eylem çağrısı yapmaya zorlanmışlardı. Toplanan bir buçuk milyon işçi ve genç sendika liderlerine açık bir genel grev için hazırlık çağrısı yaptı. Sonuç: Rajoy, TSCG imzalandıktan sonra bu antlaşmayı uygulayamayacağını açıkladı! Bu, sınıf mücadelesinin temel bir kuralını ifade ediyor: Kitleler yüzlerini işçi hareketlerinin ilk safhalarında zorunlu olarak eski örgütlerine dönerler… Bu örgütlerin liderleri ne olursa olsun. Ve örgütlerini sınıf mücadelesinin aracı olarak kullanırlar. Tunus’ta olan da bir şekliyle buydu. İşçiler UGTT sendika federasyonunu sınıf mücadelesi için kullandılar, kendisi için sınıf olarak çıkarları için mücadele etmek üzere kullandılar.
Avrupa’nın yakın gelecekte çözülmeyecek paradoksu burada yatıyor. Bu durum işçi hareketinden doğan partilerin liderlerinin, Avrupa Birliği kurumlarının uygulamalarını kabul etmesiyle doğdu. Yunanistan’da Papandreou, İspanya’da Zapatero ve Portekiz’de Sokrates sermaye sınıfı tarafından dikte edilen cani planların tümüne “Evet” dediler. Tekrar ediyoruz: İşçi sınıfını sermayedarların hükmüne vermeyi amaçlayan “kutsal birlik” çabalarına rağmen işçi sınıfı halen ayaktadır. Yunanistan’da krizden bir yıl sonra, birbiri ardına gelen yıkıcı planlara ve Troyka karşısında diz çöken hükümetleri korumayı amaçlayan liderlerin çıkmaza soktuğu birer günlük genel grevlere şahit oluyoruz. Yunanistan’da durum devrimci krize doğru ilerliyor. Yunan halkı, bankalar ve spekülatörler iflas etmesin diye her şeyi vermeyi kabul edemez.
“Kitlelerin yönelimini belirleyen, bir yandan çürüyen kapitalizmin nesnel koşulları, öte yandan eski işçi örgütlerinin alçakça politikalarıdır. Bu etkenlerden belirleyici olanı elbette ki ilkidir: Tarihin yasaları bürokratik aygıttan güçlüdür”. IV. Enternasyonal’in kuruluş programında yer alan bu ifade, bugün Avrupa’daki mevcut çelişkili faktörlerin bütünlüğünü anlamak ve doğru bir eylem hattı oluşturmak için elzemdir.
TSCG’nin onaylanmasına karşı siyasi mücadele yürütmek, aynı zamanda işçi sınıfı bağımsızlığı için mücadele etmek demektir. ESM ve TSCG antlaşmalarının yapısına baktığımızda işlevleri açıkça görülmektedir: Amerikan finans sermayesinin çıkarlarını koruma amacıyla, Avrupa hükümetlerini kendi işçi sınıflarını ezmeleri için yeni düzenlemeler yapmaya zorlamak…3
Bu yüzden IV. Enternasyonal seksiyonları ve militanları, TSCG’nin onaylanmasını engellemek için işçilerin örgütleriyle birlik olması yolunda mücadele etmektedirler. Bu mücadele tüm kıtada devam etmektedir. 1 Ekim 2011’de Paris’te, tüm eğilimlerden işçi ve militanların AB-IMF-Avrupa Merkez Bankası troykası karşısında ortak mücadele için bir araya gelmesi bu yolu açmıştır. Tüm ülkelerde ulusal duruma ve ülkelerdeki mevcut güçlere uygun şekillerde devam etmektedir bu mücadele.
Mesele işçi sınıfını savunmak olduğu kadar bu meseleyle bağlantılı olan siyasi demokrasiyi ve ulusal egemenliği savunmaktır da. Bu hareketin içinde büyük ayrımlar çıkmaktadır. İşçi örgütlerinin tepelerindeki bürokratlar sermayenin planlarını takip etmeye dünden razılar. Bazen de örgütlerinin bağımsızlıklarına inancı tam olan kadro ve militanlar yanılsamalara, kafa karışıklığına ve çelişkilere düşerek örgütlerinin bir gecede ABD’nin planları için yedek kuvvet durumuna düştüğünü göremiyorlar. Bu çelişkili ilerleyiş içerisinde IV. Enternasyonal’in militanları birleşik cephe politikaları ile kendi siyasetini yürütmektedir. Kitleleri geçiş talepleri etrafında harekete geçirmenin bugünkü anlamı; bu antlaşmaların onaylanmaması, AB’den çıkılması, işçi hareketinin liderlerinin kısıldığı korporatist kapanlardan kurtulma talepleri ile örneklenebilir. Bu yüzden mesele, işçi sınıfının önümüzdeki dönemde gerçekleşecek büyük mücadelelere kendisini hazırlamasıdır. Dediğimiz gibi proleter devrim Avrupa’nın kapısını çalmaktadır.
IV. Enternasyonal’in militanları durumun karmaşıklığının ve işçi sınıfına hatta tüm insanlığa yöneltilen tehditlerin farkındalar. Her şeyden önce, önderlik krizinin çözülmesi gerektiğinin farkındalar… Diğer bir değişle, işçi hareketinin temellerini oluşturmak, geleneksel örgütlerinin içindeki siyasi gruplarda işçi hareketinin bağımsızlığı için mücadele etmek üzere işçilere yardım etmektedirler. Bunun biçimi ülkeden ülkeye değişmektedir, fakat özü aynıdır. İşçi sınıfı ancak sermaye sınıfından tümüyle koptuğunda çıkarlarını savunabilir. Geçmişte işçi sınıfı ancak bu şekilde kazanımlarını elde etmiştir. Bugün de ancak bunları sınıf bağımsızlığıyla geri kazanabilir.
Bu mücadele kazanılabilir. İşçi sınıfının bugünkü resmi değiştirmek için tüm kaynakları mevcuttur. IV. Enternasyonal militanları, işçi sınıfına, bağımsız siyasi parti ve grupların temelini atmak, önderlik sorununu çözmek ve bir sınıf olarak hareket etmesinin koşullarını oluşturmak için yardım etme kararı almıştır. Zafer bizimdir.
- Bkz. ‘Debt crisis’? No, a system in its death-throes makalesi, La Vérité-Gerçek, sayı 71 ve Arms economy and capitalism’s crisis of disintegration, sayı 73. İlk makale için bkz. Borç Krizi mi? Hayır, Sistem Can Çekişiyor, PGB Sosyalizm, sayı 44, Şubat 2012, sayfa 87-115. [↩]
- Yeni Brüksel Antlaşması kamu bütçelerinin dengeye kavuşturulması için ‘altın kural’ın
bağlayıcı ve kalıcı [yasal], tercihen anayasal hükümlerle
kabulünü dayatıyor. Kurala uyulmaması halinde birdisiplin mekanizmasının otomatik
olarak devreye girmesini ve Avrupa Adalet Divanı önüne çıkarılmayı öngörüyor. Kamu borcunun GSYİH’in %60’ını geçtiği durumda her yıl %5’lik bir azaltmaya gidilmesine hükmediyor. Fransa için bu yılda 90 milyar avro demek ki bu da milli eğitim bütçesinden çok daha fazla. Ayrıcaaşırı borçlanma
durumlarında devletlerin biryapısal reformlar
(özelleştirme, yeni yasalar, sosyal refah sistemlerinin ve İş Yasası’nın tasfiyesi, ücretlerin ve emekli maaşlarının düşürülmesi vs.) programı uygulamalarını şart koşuyor. Bu yapısal reformların Avrupa Komisyonu tarafından onaylanması ve ardından yürütmesini doğrudan kontrol etmesi öngörülüyor. (Bağımsız İşçi Partisi POI açıklaması, Fransa, 2 Mart 2012) [↩] - Bu makalenin kaleme alındığı esnada, Fransa’daki başkanlık seçimleri sürecinin tam ortasında
Sarkozy “Cumhuriyet’te sınıf mücadelesine yer yoktur.
diye buyurdu ve Sosyalist Parti’nin adayı François Hollande daCumhuriyet’in başkanı tek başına başarılı olamaz, (…) aracı kurumlara ihtiyacı olacaktır
, bilhassa dayerel kolektifler ve sendikaların
yardımına ihtiyaç duyacaktır. Aynı korporatist fikrin iki farklı biçimde ifadesi, ki bu da siyasal demokrasinin özünü tehlikeye sokuyor. [↩]