“…sadece kendi ülkelerimizde değil dünya çapında birlik olmak zorundayız. Buradan bu yönde kararlar çıkartmak zorundayız. Her ülkede patronlardan, onların hükümetlerinden ve devletlerinden bağımsız işçi sendikaları ve kitlesel işçi partileri inşa etmek zorundayız.”
Sevgili kardeşlerim,
Ben Cemal Bilgin. 36 yaşındayım. Türkiye’den geliyorum. 15 yıllık hasta bakıcıyım ve bu ay Olağanüstü Hal bahane edilerek işten atıldım. Çalıştığım yer, yarısı Avrupa kıtasında diğer yarısı Asya kıtasında olan Türkiye’nin 20 milyon nüfuslu – ki bu sizin için çok bir nüfus ifade etmeyebilir- en büyük kenti olan İstanbul’daki bir devlet hastanesi. Burada yaklaşık 1000 taşeron işçi olarak çalışıyoruz. Yıllardır hiçbir sosyal güvenceye sahip değiliz. Sendika hakkımız yok. Toplu sözleşme hakkımız yok. Geçtiğimiz yıllara kadar haftalık izin hakkımız dahi yoktu. Zorunlu olarak aramızda birlik olup Taş-İş-Der (Taşeron İşçileri Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği) adıyla bir işçi derneği kurduk. Toplu sözleşme hakkı olmadığı için sendikanın yerini tutamayan ama birlikte eyleme imkân sağlayan bir dernektir bu. Bu derneğin eylemleri sayesinde yıllar sonra ilk defa haftalık ücretli izin hakkımızı kazanmamızın yanı sıra yıllık ücretli izin hakkımızı da kazandık. Öte yandan asgari ücret almaya başladık. Ben bu derneğin yürütme kurulu üyesiyim. Bizim bu hak alma eylemlerimizden rahatsız olan İdare, Hükümetin ilan ettiği olağanüstü hali bahane ederek beni işten attı, derneğin yöneticilerinden bir kadın arkadaşımızı da açığa aldı. Olağanüstü hal yasaklamalarına rağmen protesto eylemlerimizi hastane önünde yaptığımız ve süreklilik kazanan kitlesel basın açıklamalarıyla sürdürüyoruz. Hükümetin şimdilerde değiştirmek istediği mevcut Anayasaya göre basın açıklaması yapmak hala serbest. Bu eylemler sırasında çeşitli sendikalardan destek istedik. Türkiye’deki sağdan sola bütün sendikalar WFTUC’ya bağlı ETUC ‘un üyesi. Hükümete bağlı sağ sendikalar zaten hiçbir işçi kazanımını savunmak için mücadele etmiyorlar. Hatta Türkiye’nin en büyük işçi konfederasyonu TÜRK-İŞ’e bağlı TÜRK-METAL Sendikası gibi bazıları mafyatik yöntemler kullanıyorlar. Bu sendikanın Genel Başkanı aynı zamanda TÜRK-İŞ konfederasyonunun Genel Sekreteri. Bu yıl bu sendikanın üyesi Renault ve Fiat Otomobil fabrikası işçileri aylarca iş bırakıp greve giderek bu sendikadan istifa edip başka sendikaya geçmek istediler ama Hükümet-TÜRK METAL Sendikası- Renault ve Fiat’ın Fransız ve İtalyan işverenlerinin işbirliğiyle işçilerin mücadelesini şimdilik kırdılar.
Bizim mücadelemizle daha çok ilgilenenler sol sendikal konfederasyonla bağlı sendikalar oldu. Ama onlar da ETUC’un çizgisinden uzak düşmek istemeyen sendikalar olduklarından korporatist bir anlayışa tam anlamıyla sahip olmasalar da geçmiş yılların bürokratik sendikacılık anlayışının dışına çıkmak istemediklerinden, hem işçilerin öncülerine pek fazla güvenmiyorlar hem de ETUC yönetiminin “diyalogcu” ve “refakatçi”, yani işverenlere ve hükümetlere destek olan sendikacılık anlayışıyla pek güzel uyuşuyorlar. Bu yüzden yürüttüğümüz eylemler sırasında benim söz alıp işçilere doğrudan hitap etmemden rahatsız oldular. Hem mücadele ediyor gibi gözükmek hem de bir şey yapmamak için yerlerinde duruyorlar. Koltuklarını kaybetmek istemediklerinden öncü işçileri mümkün olduğunca frenliyorlar ve sadece kendi anlayışlarına kazandıklarında destekliyorlar.
Türkiye’de sendikalı işçi oranı yüzde 3. İşçi sınıfının geri kalanları nerdeyse tümüyle eğreti, güvencesiz koşullarda çalışıyorlar. Genç nüfusta işsizlik oranı yüzde 50’lere varıyor. Üniversite mezunu işsiz sayısı çok yüksek. Savaş yüzünden şu anda Türkiye’de 3,5 milyon kadar Suriyeli göçmen bulunuyor. Bunların çok az bir kısmı, yani nispeten paralı olanları Avrupa ülkelerine geçtiler, ama çoğunluğu bugün Türkiye’nin büyük kentlerinde dilencilik yapıyorlar ya da asgari ücretin bile çok altında ücretlerle çalışmak zorunda kalıyorlar. Çok kısa bir süre sonra bu insanların büyümeye başlayacak çocukları fuhuş ve uyuşturucu sektörünün kucağına düşecekler ya da düşmüş durumdalar.
Erdoğan hükümetleri sendikal mücadeleyi geriletip, buradan elde ettiği imkânlarla kendi yandaşlarını yeni işlere alıyor ve dolayısıyla hem bunların üzerinde hem kendi yandaşları olmayanlar üzerinde “işten atarım!” tehdidiyle baskı kuruyor, seçimlerde oy alıyor. Türkiye’de neredeyse bütün sanayi inşaat sektörüne dönmüş durumda. İnşaat sektöründe daha ucuz bir işgücü olduğu için daha çok Kürt işçiler istihdam ediliyor. Ülkenin bir diğer gelişkin sektörü olan turizmde de en pis işlerde Kürt işçiler çalıştırılıyor. Köylerinin, kentlerinin bombalanmasından kaçan Kürt gençleri büyük şehirlerde düşük ücretlerle çalışmak zorunda kalıyorlar. Ama bu daha düşük ücrete çalıştırma girişiminin sonu yok: Şimdilerde Suriyeli gençler ve hatta Türkî Cumhuriyetlerden (Kırgızistan, Tacikistan, Özbekistan gibi eski Sovyet Cumhuriyetleri) gelenler daha da düşük ücretlere istihdam ediliyorlar. Geçmişin bütün kamu iktisadi teşekkülleri yıkılıp onların yerine ya enternasyonal büyük oteller ya da çok büyük alışveriş merkezleri açılıyor.
Türkiye’nin büyük şehirleri Suudi Arabistan, Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri’ne benzemeye başladı. İnşaat sektörünün doludizgin patlaması yüzünden çok büyük gökdelenler güvencesiz bir biçimde çok kısa sürede inşa ediliyorlar. Ve bu durum muazzam iş kazalarına neden oluyor. Biz bunlara artık “iş kazası” değil “iş cinayetleri” diyoruz.
Sevgili kardeşlerim,
Buraya gelip sizinle tanışmaktan büyük mutluluk duydum. Dolayısıyla bu büyük buluşmayı hazırlayan bütün arkadaşlara şükranlarımı iletiyorum. Görüyorum ki, dünya işçi sınıflarının bütün sorunları ortak. Artık emperyalist ülke işçi sınıflarıyla ezilen ülke işçi sınıfları arasındaki farklar da oldukça azalmaya başlamış. İnsanlar her tarafta yoksulluk koşullarında ve giderek daha fazla işsizlikle birlikte hayatta kalma mücadelesi veriyorlar. O zaman sadece kendi ülkelerimizde değil dünya çapında birlik olmak zorundayız. Buradan bu yönde kararlar çıkartmak zorundayız. Her ülkede patronlardan, onların hükümetlerinden ve devletlerinden bağımsız işçi sendikaları ve kitlesel işçi partileri inşa etmek zorundayız. Bu toplantıyı bunun bir adımı olarak görüyor ve hepinizi yoldaşlık duygularımla selamlıyorum. (19 Kasım 2016)