Gerici emperyalist devlet İspanya Krallığı’na HAYIR!

AB üyesi olmayan cumhuriyetçi bağımsız Katalanya’ya EVET!

AB üyesi olmayan federal ve cumhuriyetçi bir İspanya için!

— Şadi Ozansü 

İspanya’da faşist Franco diktatörlüğü,  1976 yılında diktatörün ölümüyle son buldu. Portekizdeyse onun kadim dostu Salazar’ın diktatörlüğü, diktatörün ölümünden epey sonra 1974 yılında gerçekleşen devrimle sona erdi. İkisi arasındaki fark şuydu: Portekiz devrimiyle diktatörlük rejiminin bütün kurumları, Sovyet devriminden sonra ilk defa kapitalist bir emperyalist ülkede gerçekleşen bir proleter devrimi sonucunda yerle bir edildi. Portekiz’in Afrika’daki sömürgelerinde isyan eden genç subayların isyanıyla harekete geçen işçi sınıfı işçi konseylerini, askerler de asker konseylerini oluşturdular. Hapishaneleri kuşatan işçiler bütün siyasal tutsakları kurtardılar. Salazar’ın kanlı istihbarat örgütü PİDE üyeleri sokaklarda infaz edildi. Ülkede özgür  seçimlere gidildi. Egemen bir kurucu meclis oluştu. Yeni bir demokratik anayasa oluşturuldu. Sömürgelere özgürlük tanındı, Portekiz ordusunun yabancı ülkelere asker göndermesi (NATO üyeliğine rağmen) yasaklandı. Bütün siyasi partilere özgürlük geldi, sendikal örgütlenme serbestleşti, siyasal demokrasinin yolu sonuna kadar açıldı. Bundan sonraki gelişmeler bu yazının konusunu oluşturmuyor (Sosyalist Parti ile Komünist Parti’nin 1917 Rusya devriminden sonra dünyada gerçekleşen ilk başarılı emperyalist/kapitalist ülke sovyetik  proleter devrimini nasıl engelledikleri). Emperyalizm (başta ABD emperyalizmi) Portekiz devriminden hem çok rahatsız, hem çok tedirgin oldu. Hatta devrimi engellemek için ABD’de Portekiz Bakanlığı bile kuruldu.

İşte benzer bir devrimci tehlikenin Franco’nun ölümünden sonra İspanya’da da yaşanmaması için emperyalistler her türlü tedbiri almışlardı. Franco’nun ölümünden hemen sonra İspanyol Sosyalist İşçi Partisi (PSOE) ile İspanyol Komünist Partisi (PCE) önderliklerini bir proleter devrimine öncülük etmemeleri konusunda uyardılar ve Portekiz’den farklı olarak “çatışmasız” bir şekilde “demokrasi”ye geçişin yolunu açtılar. Ama bu “geçiş” karşılığında da Franco döneminden gelen bütün baskıcı devlet kurumlarına dokunulmamasının güvencesini aldılar. Yani Franco’nun ordusu, polisi, yargısı ve özellikle de monarşisi yerinde kaldı. İspanya Krallığı, Büyük Britanya ve diğer Batı Avrupa ülkeleri monarşilerinden farklıdır, yani sembolik bir krallık değildir. Ülkede varolan bütün gerici ve yobaz kurumların genel yöneticisidir. Dolayısıyla emperyalizmin, Avrupa Birliği’nin ve Katolik Kilisesi’nin tam desteğini almaktadır. Günümüz koşullarında İspanyol monarşisi ancak Çarlık Rusya’sıyla mukayese edilebilir, neredeyse onun kadar gericidir. Bilindiği gibi bu monarşi 1931 yılında yıkılmış ve yerine cumhuriyet tesis edilmişti. Franco’nun 1936-39 yıllarında yaşanan iç savaştan galip çıkmasıyla 1939 yılında Krallık rejimi yeniden inşa edildi ve günümüze kadar uzandı. Hatta o kadar uzandı ki, şu an İspanya’da hükümet olan Rajoy’un partisi olan PP (Partido Popular) bizzat Franco’nun partisidir. Ve şimdi emperyalizm ve tabii AB Katalanya’nın bağımsızlığına karşı bu hükümeti destekliyorlar.

Katalan burjuvazisi, bağımsız bir Katalanya’nın AB tarafından destekleneceğini sandı ve çok yanıldı. Katalanya’da artık ipler işçi sınıfının ve ezilenlerin eline geçmiş durumda. Bağımsız ve cumhuriyetçi bir Katalanya için mücadele işçi sınıfının işi olmak zorunda. Ve sadece Katalan işçi sınıfının değil, İspanya’nın tüm boyunduruk altındaki halklarının ve işçi sınıfının işi. AB yönetici çevreleri bu durumun çok farkındalar ve bu yüzden monarşinin yıkılmasını istemiyorlar. AB’nin gerici ve çirkin yüzü artık bütün çıplaklığıyla gözler önüne seriliyor.

Katalanya halkının cumhuriyetçi bir bağımsızlık için, üstelik AB kıskacından da kurtulmak için yürüteceği mücadele, bütün İspanya işçi sınıfını kucaklama şansına sahiptir. Bu mücadele 1936-39 iç savaşının intikamını alma mücadelesidir, İspanya çapında serpilip gelişecek bir mücadeledir. Cumhuriyet talebiyle harekete geçecek kitleler, sonuçta böyle bir zaferin ancak üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet rejiminin ilgasıyla mümkün olabileceğini görme şansını elde edebileceklerdir. AB’nin ve emperyalizmin Katalanya’daki gelişmelerle ilgili paniği bundandır. Monarşik bir İspanyol Devletinin -ki bir Halklar Hapishanesidir- yıkılıp,  parçalanması  ve onun yerine Sosyalist, Federal bir İberya Cumhuriyetinin kurulması Avrupa Birleşik Sosyalist Devletlerinin kuruluşuna kadar uzanabilecek bir dönemi başlatabilir. Ama tabii bunun için de hem İspanya, hem de dünya çapında devrimci bir işçi sınıfı ve ezilen halklar partisinin inşasına acilen ihtiyaç vardır. Yani sorun, Avrupa Sol Partisi’nin deklarasyonunda ileri sürdüğü gibi  İspanyol monarşisi ile Katalan halkı arasında bir uzlaşmaya gidilmesi değil, tam tersine İspanyol monarşisinin İspanya’nın bütün halkları ve işçi sınıfı tarafından iç savaştan yaklaşık 80 sene sonra tarihin çöp sepetine gönderilmesi meselesidir. Avrupa Sol Partisi’nin “uzlaşma” talebi onun bir AB partisi, daha doğrusu AB’den beslenen bir parti olduğu gerçeğini gözler önüne seriyor. Avrupa’da özgürlük yolunu ASP değil, kısa sürede inşa edilmesi gereken bir dünya işçi sınıfı ve ezilen halklar partisiyle onun Avrupa’daki uzantısı olan partiler açacaklardır. Bunun hayali olmadığını geçtiğimiz yıl Hindistan’ın Mumbai kentinde oluşturulmuş olan ve içinde işçi sınıfının mücadeleci her akımının (Türkiye’den de taşeron işçilerin) yer aldığı “Uluslararası İşçi Komitesi”nin dünya işçi sınıfı partisi için yürüttüğü çalışmalar kanıtlamaktadır.

SINIF PARTİSİ İHTİYACI HAD SAFHADA!

— Şadi OZANSÜ

CHP’nin Ankara-İstanbul yürüyüşü iyi okunmalı. “Kitle-Parti-Önderlik” üçlüsünün arasındaki diyalektik ilişki ortada yıllar sonra hâlâ bağımsız bir sınıf partisinin bulunmadığı koşullarda bir küçük burjuva milliyetçi partisinin üzerinden irdelenmek zorunda kalınıyor. Bu, sosyalist hareket açısından üzücü bir durum, ama ne çare ki somut duruma bakmak zorundayız. Evet, bugün bu ülkede neredeyse sadece işçi sınıfının bağımsız sesi yok. Oysa ki hem patron sınıflarının hem de diğer ara sınıf ve katmanların sayısız sözcüsü yıllardır boy göstermeye devam ediyorlar. Her ne kadar egemen sınıflar arasındaki halka seslenme imkânı ve onun ibresi iktidar kliğinin ağırlıklı olarak lehine işlese de durum böyle.

Önce uluslararası konjonktür

Aralarındaki bütün çelişkiye rağmen başını ABD yönetiminin çektiği emperyalizm 2008’den beri içine girmiş olduğu krizden çıkamadığı için çözüm olarak savaştan başka yol bulamıyor. ABD emperyalizminin savaş makinasının yüzde 60’lık bölümü epeydir Uzakdoğu’ya kaymış durumda. Hedefte Çin Halk Cumhuriyeti var, Kuzey Kore o hedefin ön karakolu.  Ama o bölgeye tam anlamıyla uzanmak için önce Suriye’den ve İran’dan geçmek gerekiyor, Rusya ile hesaplaşmak gerekiyor. ABD emperyalizmi bunların hepsinin hazırlığı içinde. Peki, ama neden? Cevabı basit: çünkü krizden çıkış sadece sağa sola daha fazla silah satmakla olmuyor, aynı zamanda esas olarak Çin, Ortadoğu ve tabii Rusya gibi büyük pazarların emperyalist pazara ikirciksiz olarak entegre edilmesi gerekiyor. Yani denetiminin tümüyle emperyalizmin elinde olacağı bir durum olmalı bu. Bir başka ifadeyle Rusya’daki yönetim yaklaşık çeyrek yüzyıldır ülkedeki 1917 Ekim Devrimi’nin devasa kazanımlarını kapitalizm yönünde yıkmışsa da, hâlâ mafyatik yapısıyla “hırsızlık”larını kendi denetimi altında tutmaya devam ediyor. Çin yönetimi Rus yönetiminden çok da farklı olmayacak bir şekilde büyük bir süratle kapitalizme yönelerek 1949 Devrimi’nin kazanımlarını berhava etmeye çalışsa da, ÇKP yönetimi mafyası kendi pazarını henüz emperyalizme tam olarak devretmiş değil. Artık neredeyse İran için bile benzer bir durum söz konusu. İşte krizinden geçici olarak dahi olsa kurtulmak isteyen emperyalizm bu yüzden savaş naraları atıyor, sadece atmakla da kalmıyor, bunun ciddi hazırlığı içinde.

İşte bu durumun, bölgemize, Ortadoğu’ya yansıması da açık: Rusya, Çin ve İran bölgede bir savunma savaşı veriyorlar. ABD ile aralarındaki savaş emperyalistler arası bir savaş değil. Savaşın şu andaki mevkii Türkiye’nin de içinde yer aldığı Ortadoğu. Yarın bu savaşın nerelere uzanabileceğini bizim gibi herkes öngörebiliyor.

Türkiye’nin bu konjonktürdeki yeri ne?

Türkiye, 12 Eylül 1980 askeri darbesinin hemen öncesi ve sonrası politikalarla (24 Ocak 1980 kararları ve sonrasında Özal dönemiyle) ve tabii ağırlıklı olarak 15 yıllık AKP dönemiyle dünya emperyalist pazarına alabildiğine entegre olmuş bir ülke. Türkiye; bu köprüler, tüneller, havalimanları, kanallar, otoyollar, AVM’ler, cep telefonları, bilgisayarlar ve ayrıca satılan yeraltı ve yerüstü kaynaklarıyla emperyalist pazarın tam denetiminde bir ülke. Satın aldığı yüksek teknoloji ürünü silahlar, savunma sistemleri vs. ile de emperyalizme askeri olarak da göbeğinden bağımlı.  Emperyalizmin Türkiye’den ek bir beklentisi yok. Bu haliyle, özellikle ABD emperyalizmiyle uyum içinde. İlişkileri zaman içinde nereye evrilir bilinemez, ama zaten NATO üyesi bir bağımlı ülke. Rusya’dan, Çin’den ve hatta İran’dan çok farklı.

İşte, Türkiye bu koşullar altında uluslararası ve bölgesel konjonktürün keskinleşmesine paralel olarak alaturka faşizme uzanmayı da göze alan (ordu ve polisin dışındaki bütün paramiliter örgütlenme çabaları bunun göstergesi) ve bir miktar İslam sosuna batırılmış emperyalizme bağımlı bir vesayet (bonapartizm) rejimiyle yönetiliyor.

Çizdiğim bu çerçeve içinde yazının hemen başında ele aldığım “Kitle-Parti-Önderlik” üçlüsünün CHP’deki tezahürüne artık dönebiliriz. Meseleye 1980 öncesinde bakıyor olsaydık, gene CHP’yi ele almak durumunda olurduk ama bu kez, onun yanı sıra önderlik meselesini “Sınıf-Parti-Önderlik” bağlamında devasa işçi sendikaları (DİSK ve onun Türk-İş içindeki uzanımı sendikalar) ve işçi sınıfını bir miktar da olsa içeriden kucaklayan başta TİP ve TKP olmak üzere çeşitli siyasal sınıf önderlikleri açısından ele almak durumunda olurduk. Bugün ne yazık ki meseleye ağırlıklı olarak CHP önderliği açısından bakmak zorunda kalıyoruz. Yazımın başlığındaki aciliyet ( SINIF PARTİSİ İHTİYACI HAD SAFHADA) işte tam da bunun ürünü.

Evet, CHP’deki “Kitle-Parti-Önderlik” ilişkisi (eski CHP’den değil, 1972 sonrası CHP’den söz ediyorum, yani işçi sınıfıyla tarihinde ilk defa rezonansa giren CHP’den) günümüzde şöyle işliyor: a) siyasal kararlarını nasıl aldığı belli olmayan bir önderlik, genellikle hep bir “gizli el”in devreye girmesiyle yapılan politik tercihler  (Ekmeleddin İhsanoğlu’nun adaylığının ortaya atılışı, milletvekillerinin yasama dokunulmazlıklarının kaldırılmasının onaylanması, YSK önünde kitlesel protesto gösterisinin engellenmesi, vs.) b) Çok az sayıda gerçek milletvekilini bir kenarda tutmak kaydıyla parti aygıtının esas işinin “sırası gelen” il ya da ilçe yöneticisini milletvekilliğine hazırlama çalışmasıyla sınırlı olması, kazanılacak belediye başkanlıklarına halkın değil aygıtın ihtiyaç duyduğu adayların seçilmesi için çaba göstermesi (bu aygıtın içine yerleştirilen ve artık onun bir parçası haline gelen, kimi zaman milletvekili adayının hemşerisi olmakla birlikte bir başka siyasi partinin bile taraftarı olması muhtemel delegeler ve bu delegeler sistemi) c) hiçbir iç gelişmeden haberi olmayan, her türlü haksızlığa karşı tepki göstermeye çalışan sempatizan ya da geniş seçmen kitle.

İşte bu üçlü ilişkiyi ele aldığımızda CHP’deki temel sorunun tepesi üzeri duran önderlik sorunu olduğunu fark etmemek mümkün değil. Üçlünün kelimenin gerçek anlamda en tutucu/gerici noktasında parti aygıtının durduğu görülüyor. O aygıt ki, bir anlamda parti önderliğinin ruh halini yansıtıyor ve sürekli olarak partili seçmenin olayların seyrine ne kadar “duyarsız” olduğu görüşünü pompalıyor. Yani, aygıta göre, “eğer CHP bugün bir şey yapamıyorsa, bunun sebebi aygıtın ya da önderliğin başarısızlığı değil, parti seçmeninin kayıtsızlığıdır”. Oysa ki, parti seçmeni ya da kitlesi 2013 Haziran İsyanına parti aygıtına ya da önderliğine rağmen katılmıştır. Gene şimdi Kılıçdaroğlu bir adım attığında çok daha fazlasını atacağını göstermiştir, gösterecektir. Kılıçdaroğlu İstanbul’a geldiğinde onu karşılayıp eyleme katılacak olanların sadece partililer olacağını sanmak ve o yüzden bu yürüyüşe burun kıvırmak son derece yanlış bir tutumdur. Bununla birlikte şu noktanın altını çizmek durumundayız: Kılıçdaroğlu bu yürüyüşü yapmak zorunda kalmıştır! Yürüyüşün başlangıcında söylemindeki ürkeklik ve tutukluk yerini her geçen gün daha fazla yürekliliğe bırakmaktadır. Artık yürüyüşün ilk gününden daha kararlı yürüyor, çünkü arkasında eylemini destekleyen milyonları görüyor ve bu milyonların iktidar kliğini nasıl paniklettiğinin farkında. Ama bu durum ortada bir önderlik sorununun olmadığı anlamına gelmiyor. Tam tersine önderlik sorunu bir küçük burjuva milliyetçi partide bile bu kadar vahimse, varın düşünün yarın bir devrimci işçi sınıfı partisinde ne biçimler alacaktır? Ama öyle değil işte. Çünkü adına layık bir devrimci sınıf önderliği yaratmada elimizin altında bulunan yaklaşık iki yüz yıllık tarihsel bilgi ve deneyim bize burjuva partilerinin kıt kaynağından çok daha fazlasını veriyor.

Çözüm nereden geçiyor?

Proleter devrimi henüz kapımızda değil. Ama bu hiç olmayacak anlamına gelmiyor. İçinde bulunduğumuz konjonktürde, dünyanın her ülkesinde muzaffer bir proleter devrimi (üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet rejimine son verecek devrim) de en az bir karşı-devrim (faşizm) kadar mümkün. Hatta ondan daha fazla mümkün, meğer ki büyük toplumsal çalkantılar sonucu patlak verecek olan devrimde işçi sınıfına ve bütün ezilen kesimlere yardımcı olacak bir sınıf partisi ve onun içinden çıkabilecek bir devrimci sınıf önderliği yaratmanın kanalları açık tutulabilsin. İşçi sınıfının genelkurmayı olan devrimci sınıf önderliği esas olarak devrim sırasında inşa edilir. Böyle bir parti patlak verecek olan devrim öncesinde mutlaka kilit mevkilerde sınıf öncülerine sahip olacaktır, ama nihai olarak inşa edilmemiş olacaktır. Hatta denilebilir ki işçi sınıfının genelkurmayının içinden çıkacağı parti, devrim öncesi partiden oldukça farklı olacaktır. Nitekim 1917 yılının Şubat ayının Bolşevik Partisi ile Ekim’in Bolşevik Partisi neredeyse birbirlerinden bambaşka partilerdir.

Türkiye’deki esas problem olası bir devrime öngelecek az da olsa kitleselleşmiş bir işçi sınıfı partisinin hâlâ olmayışıdır. İşte bu yüzden siyasal demokrasinin en gelişkin biçimi olan bir egemen kurucu meclis inşasına ihtiyacımız var. Böyle bir kurucu meclis kuşkusuz “bizim” meclisimiz değildir. “Hayır Meclisleri” ya da “Haziran Meclisleri”yle bu meclisin uzak yakın alakası yoktur. “Hayır Meclisleri” ya da “Haziran Meclisleri” türü çalışmalar “Sol” hareketin kendi mücadele alanlarıdır, ancak devrimci yükseliş anında güçlenebilirler. Egemen bir kurucu meclisin bununla bir alakası yoktur. Kurucu Meclis bir burjuva meclisidir, nispi temsile göre yapılacak bir seçimle belirlenir, ama burjuvazinin tahammül edemeyeceği kadar demokratik bir meclistir. Olup olamayacağı şüphelidir. Gerçekleşmesi kitle mücadelesine bağlıdır. Kitle mücadelesiyle gerçekleştiği anda da mücadelenin gerisinde kalacak bir kurum haline gelebilir. Ama bunların önemi yok. Bugün Erdoğan-Bahçeli kliğine karşı sokağa çıkmış kitlelere somut bir hedef göstermek gerekirse, bu, Egemen bir Kurucu Meclis’ten başkası olamaz. Böyle bir kurucu mecliste işçi sınıfına dayanan güçler, yani işçi örgütleri, o meclisin sınıf ayağını oluşturmak üzere hep birlikte bir sınıf partisinde bir araya gelerek mücadele etmelidirler. Demokrasinin en kararlı savunucusunun işçi sınıfı olduğunu bütün topluma göstermek durumundadırlar. O sınıf partisi böyle bir kurucu mecliste halkların kendi kaderlerini tayin hakkının da kararlı bir savunucusu olacak ,Türk halkıyla Kürt halkının eşitliğini tesis etmek üzere kararlı bir mücadele yürütecektir. Böylece tarihsel olarak burjuvazinin çözmesi gereken bir sorunu da böyle bir mecliste çözebilecek tek gücün proletarya olacağını dost düşman herkese gösterecektir. Halkların kardeşliği ve gönüllü birlikteliği ancak proletaryanın inisiyatifiyle gerçekleşebilecektir. İşte bu yüzden bir işçi sınıfı partisine ve o partinin kurucu mecliste temsiline acil ihtiyaç vardır. Kurucu Meclis talebi doğrultusunda kitle mücadelesi ülkenin dört bir yanında Kurucu Meclis Komitelerinin oluşturulmasına imkân vereceği gibi başlangıçta az da olsa kitlesel bir birleşik sınıf partisinin inşasının da yolunu açacaktır. Unutmayalım, “Marksizm, bilinçli olmayan tarihsel sürecin bilinçli ifadesidir.”

Kurucu Meclis talebinde neden ısrar edilmeli? Bu talep ne anlama geliyor?

Şadi Ozansü

Türkiye bir plebisit yaşadı ve sonuç ortada. Ülkenin birçok ilinde, ilçesinde, köyünde ve beldesinde silahlı eşkıyanın kontrolünde bir plebisitti bu. “Hayır” oylarının yüzde 90’ları aştığı bazı kent merkezlerinde bile şehir eşkıyası ile köy korucularının cirit attığı bir sözde “halk oylaması”. Bu durumda varın Erzurum’da, Konya’da, Bingöl’de ve benzeri yerlerde oyların nasıl kullanıldığını ya da ‘kullanılamadığını’ hesap edin. İstanbul’da, Ankara’da, İzmir’de bunu yapanın, güçlü olduğu yerlerde neler yaptığını düşünün. İşte bu koşullar altında en az yüzde 55’lik “Hayır” oyları Erdoğan-Bahçeli kliği için “gerekli” olan yüzde 49 sınırına geriletilebildi.

Bir tabu yıkıldı

Erdoğan-Bahçeli kliği Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi anlayışının hakim kılınmasının kendilerine sunacağı imkanı şöyle tasarlamışlardı: “Türkiye’de geleneksel olarak yüzde 70 sağ, yüzde 30 sol oy vardır. Bu iki kampın karşı karşıya kalması halinde sonuç her zaman bizim lehimize olur. Çünkü Müslüman toplumumuz esasen ezici olarak Sünni ağırlıklıdır.” Seçim sonuçlarının Erdoğan-Bahçeli kliğini şaşırtmasının altında bu tabunun çatır çatır yıkılmış olması yatıyor. Artık 1950’li yıllarda değiliz ve Alevi/Sünni ayrımı üzerinden kampanya yürütmek Malatya, Elazığ, Maraş ve benzeri birkaç il dışında sökmüyor. Kaldı ki ezici çoğunluğu Sünni olan Kürt halkı da zaten uzun zamandır bu yörüngenin dışında tavır alıyor.

Cumhuriyet ve laiklik kendini savunuyor,

bazı umutsuzlara inat sanıldığından daha güçlü olarak üstelik

Hem cumhuriyet hem de laiklik Türkiye toplumuna fazlasıyla yerleşmiş, kökleşmiş durumda. Bu plebisiti, yani “Cumhuriyet mi, Saltanat mı?” oylamasını 1923 yılında bile yapmış olsaydınız, sonuç yüzde 90 Saltanat ve hilafet lehine çıkardı. Karşı-devrimci çevrelerin yanılsaması 1923 “kesintisi”ne 2023’te son verebileceklerini sanmalarıydı. Artık bu amaçlarına varmak için gerçek bir karşı-devrim örgütlemeleri gerektiğini görüyorlar, ama zaten alaturka faşizm niyetleri de bundan başka bir şey değil.

Halk, önderliklerinden daha ileri

Türkiye halklarını bünyesinde toplayan Türkiye milleti, önderliklerinden daha cesur ve mücadeleci bir noktada. Yukarıda andığımız “yüzde 70/yüzde 30” tabusundan sonra bu plebisitle birlikte bir tabu daha yıkıldı: “Bu millet, millet değil illet!” ya da “bu millet değil, ümmet!” Hayır! Bu plebisit, halkların hiç de ümmet olmadıklarını ve çoğunlukla gerçek birer yurttaş bilincine sahip olduklarını göstermiştir. Zaten dünyanın her yerinde olduğu gibi emperyalizmi ve onun emrindeki egemen burjuvaziyi de korkutan budur. Emperyalist burjuvazinin korkusu haline geldi “burjuva demokrasisi”. Halkın egemenliği ve kendi kaderini tayin hakkı gibi bir “burjuva” talep artık bir geçiş talebi (kapitalizmden sosyalizme) haline geldi. Ancak milletin kendi kaderine sahip çıkmak istemesi, hileli seçimleri reddetmesi ve sokağa çıkarak bunu protesto etmek istemesi bizzat kendi önderlikleri tarafından engelleniyor. Bu engelleme ve giderek ne olacağı artık aşikâr olan 2019 seçimlerine “hazırlanma” manevraları en çok emperyalizmi ve Erdoğan-Bahçeli kliğini mutlu ediyor. Çünkü bu zaten yüzde 51’i meşru görmekten başka bir anlama gelmiyor.

Kurucu Meclis ne anlama geliyor ve bu talepte neden ısrar edilmeli?

Egemen bir kurucu meclis talebi en gelişkin siyasal demokrasi talebidir. Halkın kendi kaderine sahip çıkması anlamına gelir. “Ben kendi kendimi yönetmek istiyorum!” talebidir. Sanıldığının tersine hukuki bir yanı yoktur, tümüyle siyasal bir taleptir. Bu talep, “hukukçuların, anayasa profesörlerinin anayasa yapması” demek değildir. Tarih boyunca siyasal demokrasi talebi kurucu meclis formülüyle karşılanmıştır. Bugün Türkiye’de egemen bir kurucu meclis talebi demokrasinin, ulusal egemenliğin, Kürt kalkının kendi kaderini tayin hakkının ve dolayısıyla bir işçi-köylü hükümetinin yolunu açmanın formülüdür.

Emperyalizmin ne merkez ülkelerinde ne de bağımlı ülkelerde tahammül edebildiği bir taleptir kurucu meclis. Nitekim bakın, artık sadece Türkiye’de değil, hem emperyalist Fransa’da, hem emperyalizmin ağa babası ABD’de halk egemenliğinden söz etmek mümkün değil. Fransa’da OHAL uygulaması kararı, De Gaulle Anayasası’nın 49-3 Maddesi sayesinde, Türkiye’den bile daha gerici bir biçimiyle Meclis’te oylanmadan alınabiliyor. ABD’de iki partili sistem komedisi sürüyor ve üstüne üstlük daha az oy alan aday Başkan bile seçilebiliyor.

Kurucu Meclis talebiyle ilgili en önemli nokta şu: Talebin önemi kitle hareketine ivme kazandırmasından geçiyor. Evet, hiçbir seçim barajının olmadığı, bütün siyasal yapılara programlarını oylatabilecekleri bir imkân eşitliğinin tanındığı, seçilmiş vekillerin aldıkları vekâlete aykırı davrandıklarında seçmenleri tarafından görevden alınabilecekleri bir seçim. Hiçbir yabancı ülkeye maceracı askeri müdahalelerde bulunmayacak olan bir meclisin seçimi vs. Ama bütün bu koşulların yerine gelebilmesi için mutlak bir siyasal özgürlük ortamının yaratılması, OHAL’in sonlandırılması, bütün siyasi tutukluların serbest bırakılması, programı olan her partinin, sendikanın, demokratik kitle örgütünün kendi adaylarıyla seçimlere katılma imkânına kavuşması. Yoksa mevcut koşulların değişmemesi halinde bir seçime gidilmesi ancak Erdoğan-Bahçeli kliğinin bir tercihi olmanın ötesine geçmez ve tabii bu bir Kurucu Meclis seçimi değildir.

Son olarak söylenmesi gereken bir nokta: Egemen kurucu meclis seçimi işçi sınıfının iktidar mücadelesinde zorunlu bir durak değildir. Koşullar bunun aşılmasına ve daha gelişkin kurumların doğmasına imkân tanıyabilir. Sadece şu an için kitleleri harekete geçirebilmenin olmazsa olmaz politik formülüdür egemen kurucu meclis, o kadar. Dolayısıyla bir işçi-köylü hükümeti için egemen bir kurucu meclis mevcut durumda ana hedefimiz olacaktır.

Kurucu Meclis Komitelerinin kurulması için daha fazla gecikmeden harekete geçilmelidir

Yukarıda ileri sürdüğümüz türden bir kurucu meclisin oluşması için acil olarak Kurucu Meclis Komitelerinin her mahallede, her fabrikada, her işyerinde, her köyde yaratılması bir zorunluluktur. Bunun için daha fazla geciktirmeden, öncelikle sokakta buluşan “Hayır”cılardan başlayarak tüm ezilen ve sömürülenleri ifade, eylem ve basın özgürlüğü için; siyasal ve sendikal örgütlenme özgürlüğü için; grev hakkı ve güvenceli çalışma için ve gelişkin bir siyasal demokrasinin gerektirdiği tüm taleplerle Kurucu Meclis Komiteleri etrafında örgütlenmeye çağırmalıyız.

Türk halkıyla Kürt halkının tabandan yükselecek bir mücadele içinde Kurucu Meclis Komiteleri oluşturmaya başlamaları ve bu yolda mücadele etmeleri, kaçınılmaz olarak sınıf temelli daha farklı meclislerin de ortaya çıkmasına fırsat verecektir. İşçi örgütleri, emperyalizm altında her ülkede koşulların her an değişebileceğini gözden kaçırmadan bu örgütlenmenin de içinde olmak zorundadırlar.

İKP ne yapacak?

Böyle egemen bir kurucu mecliste İşçi Kardeşliği Partisi (İKP) olarak, işçi sınıfının yoksul köylülükle birlikte hükümet olabilmesi için işçi sınıfından yana bütün örgütlerin bir araya gelerek geniş ve bağımsız bir işçi partisi inşa etmeleri için seferber olmaları gerektiğini savunuyoruz. Bu olmadığı takdirde Kurucu Meclis için mücadelenin bir işçi-köylü hükümetiyle taçlanmasının mümkün olmayacağının ve bu meclisin de -bugüne göre çok daha ileri olsa da- sadece bir burjuva meclisi olarak kalacağının bilincinde olmalıyız.

Halk Cumhuriyeti Savunuyor, Ya Liderlikleri?

 

— Şadi Ozansü

DÜNYANIN EN TUHAF MAHLÛKU

Akrep gibisin kardeşim,
korkak bir karanlık içindesin akrep gibi.
Serçe gibisin kardeşim,
serçenin telaşı içindesin.
Midye gibisin kardeşim,
midye gibi kapalı, rahat.
Ve sönmüş bir yanardağ ağzı gibi korkunçsun, kardeşim.
Bir değil,
beş değil,
yüz milyonlarlasın maalesef.
Koyun gibisin kardeşim,
gocuklu celep kaldırınca sopasını
sürüye katılıverirsin hemen
ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye.
Dünyanın en tuhaf mahlûkusun yani,
hani şu derya içre olup
deryayı bilmiyen balıktan da tuhaf.
Ve bu dünyada, bu zulüm
senin sayende.
Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer
ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak
kabahat senin,
— demeğe de dilim varmıyor ama —
kabahatın çoğu senin, canım kardeşim!

Nazım Hikmet  (1947)

Bu şiir çoğu insana, özellikle Türkiyeli sosyaliste buruk da olsa garip bir mutluluk verir. Nihayet üzerindeki yükten kurtulmuştur. Suçlu tespit edilmiştir: Halk ya da işçi sınıfı! Artık kendini rahatlatabilir.

Bu satırlarda, sadece Türkiye işçi sınıfının değil, dünyadaki bütün işçi sınıflarının suçluluğunun ağırlıklı payı anlatılır. Önderlikler onun kurtuluşu için mücadele ederler, ama o bunu anlamaz, dolayısıyla yenilgiye uğrar. Böylece işçi sınıfının, dünyanın hiçbir emperyalist/kapitalist ülkesinde iktidarı alamamış olmasının suçlusunun gene işçi sınıfının kendisi olduğu anlayışı bütün çıplaklığıyla resmedilir!

Oysa, 1917 Ekim Devrimi’nin gerçekleştiği Sovyetler Birliği dışındaki hiçbir emperyalist kapitalist ülkede, aradan yüzyıl geçtiği halde ve gerçekleşen sayısız devrime ve devrimci duruma rağmen, iktidarın işçi sınıfının eline geçmemiş olması, esasen işçi sınıfının önderliği olduğunu iddia eden partilerin ya da siyasi yapıların tutumları nedeniyle olmuştur.

Büyük şair burada fazlasıyla yanılıyor, hatta yanılmanın da ötesinde kendinin de içinde yer aldığı “önderlikleri” tarihin acımasız yıldırım darbelerinden kurtarabilmek için ne yazık ki kendisi suç işliyor.

Tarih bazen en namüsait gözüken koşullar altında kitlelere, halklara, işçi sınıfına ve onların önderliklerine beklenmedik fırsatlar sunar. İşte, 16 Nisan Referandumu, daha doğrusu plebisiti böyle bir fırsattı ve olmaya devam ediyor.

Bu plebisitte 7’den 70’e bütün ‘yurttaş’lar cumhuriyeti, laikliği savunmak üzere seçim sandıklarına koştular, “HAYIR” oylarını kullandılar ve oylarına sahip çıktılar. Ama karşılarında demokrasi düşmanı bir “EVET” örgütlenmesi olduğunun ayırdında değillerdi. Seçim manipülasyonları çok önceden belirlenmişti oysaki: MHP ve BBP önderlikleri iktidar kliğine oydan ziyade baskı araçları sunabildiler, ama bu destek zaman zaman oydan daha etkili oldu. Dolayısıyla Balkon konuşmasında MHP, BBP ve Hüda-Par önderliklerine edilen ‘teşekkür’ aslında bir gerçeği yansıtıyordu, sıradan ve diplomatik bir teşekkür değildi. Nitekim “HAYIR” kampının yüzde 80-90’lara ulaştığı yerlerde bile demokrasi düşmanları yerlerini alıp tehditlerini savurdular. Varın şimdi “EVET” kampının hâkim olduğu yerlerde nasıl bir ortamın oluştuğunu düşünün.

Demokrasi düşmanı kamp, referandum öncesinde her ihtimali göz önünde bulundurmuştu. Mühürsüz pusulalar aslında çift taraflı bıçaktı, şöyle ki: “HAYIR” oyunun geriletilmesi için “EVET”in ezici hâkimiyet kurduğu yerlerde “EVET”in lehine fazlasıyla kullanılacak; ama buna rağmen yine de ülke çapında “HAYIR” oyu önde çıkarsa YSK’ya başvurulacak ve 16:00-17:00 arası almış olduğu kararın yanlış ve hukuksuz olduğu ilân ettirilecekti. Bu durumda YSK özeleştiri yapacak ve referandum sonuçlarını yok sayacaktı.

Erdoğan/Bahçeli kliği referandumu önemsemek zorundaydılar, çünkü…

Sorulması gereken soru şu: Erdoğan’ın elinde Evren diktatörlüğünün kendisine sunduğu bir dizi yetki (Kenan Evren’in bile kullanmaya gerek duymadığı) varken neden böyle bir plebisite gerek duydu? Bahçeli’nin MHP’yi kaptırmamak için Başkanlık sistemine yol verme planı, Tuğrul Türkeş’in AKP’ye bilinçli bir biçimde arabulucu olarak gönderilmesiyle uygulanmaya başladı. Bahçeli, Erdoğan’a vereceği bu destek karşılığında partisinin, muhaliflerin eline geçmesinin engellenmesini talep etti. Erdoğan bu talebi yerine getirdi ve MHP, Bahçeli’nin elinde kaldı. Erdoğan’ın amacıysa yargılanma meselesiydi. Bu anayasa değişiklikleri yapılmadığı takdirde mevcut Anayasaya göre yargılanması mümkündü, çünkü özellikle bu Anayasada yer alan ‘tarafsızlık’ ilkesi kendisi tarafından defalarca çiğnenmişti. Dolayısıyla, bu 18 maddelik anayasa değişikliği paketi hem Erdoğan hem de Bahçeli için hayati bir öneme sahipti. Bu değişiklerin referandumdan geçmesi olmazsa olmazdı. Ne yapılıp edilip halkoyundan geçirilmeliydiler. Burada her şeyin yanı sıra YSK da devreye sokulmuştu. Nitekim CHP’nin itirazının reddedilmesine muhalefet şerhi koyan YSK üyesinin dediği gibi ortada kanunun açıkça çiğnenmesi durumu söz konusuydu.

CHP önderliğinin anlamak istemediği

Evet anlamadığı değil, anlamak istemediği konu şu: Erdoğan kliği kendi sonunu getirdiğini bildiğinden 7 Haziran seçim sonuçlarını kabul etmedi ve Cumhuriyet tarihinde ilk kez 6 ay içinde genel seçimlerin yenilenmesine tanık olduk. Üstelik (başarılı olur ya da olmaz) CHP liderine kabine oluşturma fırsatı Erdoğan tarafından verilmedi. CHP önderliği bu “oldu-bitti”ye de ses çıkartmadı. Hep Erdoğan kliği sanki ‘demokrasi’den yanaymış gibi davrandı. Referandumun gayrı resmi sonuçları üzerine, “Atı alan Üsküdar’ı geçti” ya da “Geçti Bor’un pazarı sür eşeğini Niğde’ye” diyebilen bir önderliğe gerekli tepkiyi vermedi. HDP’li vekillerin hapse atılacağını bile bile yasama dokunulmazlıklarının kaldırılmasına itiraz etmedi.

Şimdi ne olacak?

Bu hileli referandum sonuçları TBMM’yi ortadan kaldırdı, 2019 yılında da Başkanlık rejimini getirecek ve alaturka faşizm yolunun taşları döşenecek. Yüzde 55’e yakın oyun yüzde 49’a indirildiği bir referandum yaşadık. 2019’da bu rejim ve YSK ile Erdoğan’ın karşısındaki adayın, oyların yüzde 60’ını dahi elde etse kazanamayacağı gerçeği görülmelidir. Çünkü bu klik geçmişte de görüldüğü gibi hiçbir koşul altında iktidarından vazgeçmek niyetinde değildir. Dolayısıyla muhalefet şimdiden Meclisi terk etme yolunu seçmelidir. Söz konusu olan hükmü kalmayacak olan bir meclistir. Belki taktik olarak Erdoğan’ın karşısına tek adayla çıkabilir ama işini bu seçimlere güvenerek sürdüremez. Erdoğan “200 yıllık mücadeleleri”nden söz ederken sadece 90 küsur yıllık Cumhuriyet rejimine karşı olduğunu söylemiyor, 1806 Sened-i İttifakı’ndan bu yana süren bütün mücadelelerde “taraf” olduğunu ileri sürüyor. Yani her türlü moderniteye karşı olduğunu, meşruti monarşiyi bile savunmadığını mutlak monarşiden yana olduğunu iftiharla ileri sürüyor.

İşte bu yüzden, mutlak demokrasi yani egemen Kurucu Meclis için ileri!

Alaturka faşizme karşı egemen bir Kurucu Meclis için mücadele önümüzdeki tek yoldur. Tarih, toplumların önüne bazı durumlarda beklenmedik mücadele fırsatları sunar demiştik. En basit demokratik haklar için mücadele toplumu ve tabii ezilen sınıfları çok ciddi kazanımlar elde etmeye götürebilir. Saltanatı ve hilafeti geri getirmek isteyenler bir anda ne olduklarını anlayamadan emrinde oldukları büyük patronlar sınıfının çıkarlarını bile koruyamaz hale gelebilirler. Ama bunun için demokrasi mücadelesini işçi sınıfının ve ezilen halkların demokrasi talepleri etrafında örmeye çalışan bağımsız sınıf önderliklerinin doğuşuna ihtiyaç vardır. Egemen bir Kurucu Meclis için mücadele, yaratacağı kitle seferberliğiyle bu yolu açma fırsatını sunuyor. Bağımsız bir sınıf partisi, mücadeleyi başarıyla yürütebilecek bir sınıf önderliğini de mücadele içinde çıkarabilir, çıkarmak zorundadır. O halde şimdiden en gelişkin siyasal demokrasi yolu için ileri! Egemen Kurucu Meclis için ileri! Halk Cumhuriyeti savunuyor, büyük şairin sitemlerini hak etmiyor. Sitem edilmesi gereken halka ve işçi sınıfına bu anti-demokratik referandumdan sonra ne yapılması gerektiğini anlatamayan önderliklerdir.

Türkiye için hâlâ çıkış yolu var: Egemen Kurucu Meclis!

— Şadi Ozansü

Orta Doğu’nun ve dünyanın birçok ülkesi gibi Türkiye de felaketin eşiğinde. 2002 yılında Amerikan emperyalizminin bilinçli müdahalesiyle Orta Doğu’da “ılımlı İslam”ın başını çekmesi için kurdurulan Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP), mevcut yönetimi ve onun doğal lideri Erdoğan, 2016 yılının Temmuz ayında gene ABD emperyalizminin yönetiminin en azından bir fraksiyonunun -diğer fraksiyonunu haberdar ederek de olsa- gerçekleştirdiği şimdilik başarısız kalan askeri darbe girişiminin muhatabı oldu. Türkiye’nin 2008’lerden bu yana içine düşürüldüğü duruma bakın: İslamcı bir yönetim “Radikal İslamcı” bir darbe girişimiyle karşı karşıya kalıyor! ABD emperyalizminin doğrudan emri altındaki Cemaat, 1966 yılında dünyanın en kalabalık Müslüman nüfusuna sahip ülkesi olan Endonezya’da Sukarno rejimini devirip kısa sürede 1 milyon komünisti katleden Nakdat-ül Ulema Cemaatinin bir benzeri. Onun başını çektiği darbe girişiminin başarılı olması halinde ülkenin kısa sürede ne hale gelebileceğini varın siz düşünün.

Olayların gelişimi, varacağı yeri kısa sürede gösterse de Erdoğan rejimi 15 Temmuz’dan 1-2 gün sonraki panik havasından çok çabuk sıyrıldı ve daha “sakin” bir durum değerlendirmesi yaparak 2023 yılına göre planlanmış olan hedefini hızlandırmaya karar verdi. Daha açık bir ifadeyle Cemaatin “derhal” yapmayı planladığı işleri, 2023 yılına kadar “yaymayıp” daha önce gerçekleştirmeye koyuldu. Devlet Bahçeli’nin kendisine sunduğu imkanla Başkanlık rejimine hemen geçmek istemesi bundandır. Kendi partisi AKP’ye artık hiç güvenmeyen -darbenin sivil ayağının AKP teşkilatı olduğu gün gibi ortada olduğundan- ama taktik nedenlerle buna şimdilik ses çıkartmamayı tercih eden Saray “kurmayları”, Cemaatin zirvelerine karşı mücadeleyi de es geçerek “sıradan sempatizanları” ile uğraşmayı ve onları işten atarak bir kısmını da hapse atmayı tercih etmiştir. Cemaatin zirvelerini (asker/sivil) sadece “rehine” tutmak ABD emperyalizmiyle yürüttüğü pazarlıkta işine daha fazla gelmektedir.

Kimse kimseyi kandırmadı, herkes açık oynadı

Esad, Tayyip Erdoğan’ı kandırmadı, tam tersine Davutoğlu “taktikleri” ile Erdoğan Esad’ı kandırmak istedi, tutmadı. Erdoğan/Davutoğlu ikilisi Öcalan’ı ve PKK’yı kandırmak istediler, onu Esad’ın üstüne sürmek istediler, olmadı. Cemaati TSK’nın üzerine sürdüler, olmadı çünkü Cemaat orada zaten atı alıp Üsküdar’ı geçmişti. Dolayısıyla Erdoğan kimse tarafından kandırılmadı, ama kimseyi de kandıramadı. Gerçekleşen darbe girişimlerinin, Kürtlere ülke içinde ve dışında saldırmasının, Türkiye’de şimdilerde OHAL’i kullanarak sol kesimlere saldırmasının nedeni bu. Ama Başkanlık diye tutturmasının nedeni de bu.

2010 Referandumu niye oldu? Şimdi ne oluyor?

2010 yılında “demokratik” anayasa yapacağız diye kıyamet kopmadı mı? Yüzde 58 oyla “Evet” ve “Yetmez ama Evet” tercihleri kazanmadı mı? 1982 Anayasası daha önceki AB değişiklik paketleriyle birlikte neredeyse tümüyle rafa kaldırılmadı mı? Peki o halde şimdi “12 Eylül darbe Anayasasını kaldırıp yeni ve daha demokratik anayasa yapacağız” demenin herhangi bir inandırıcılığı var mı? Bu anayasayı daha demokratik hale getirmek öncelikle 2010 referandumundan önceki haline getirmekle olur, çok daha demokratik hale getirmekse ’61 anayasasına dönüşle mümkündür. Ama bugün Türkiye’nin sorunu yeni bir anayasa yazımı değildir. Başkanlık sistemi anayasası ister istemez bütün anayasalardan daha gerici olacaktır. Türkiye’nin mevcut anayasası bile ABD anayasasından da, Fransız anayasasından da, çeşitli Latin Amerika ülkeleri Başkanlık rejimi anayasalarından daha ileridir.1mayis2016-ikp

Parlamenter sistem her türlü Başkanlıktan daha demokratiktir

Bugün Türkiye’de gerçek bir parlamenter sistem yok. Türkiye kısmen de olsa demokratik denilebilecek bir parlamenter sistemi sadece 60’lı yıllarda yaşadı. 12 Eylül 1980 Türkiye’de parlamenter sistemi bugünkü koma haline soktu. Devlet Bahçeli, Tayyip Erdoğan’a, “gel şunun fişini tamamen çekelim” diyor. İkisinin birlikte bugün önerdikleri başta kendi partileri olmak üzere bütün partileri kapatmaktır. HDP gibi bir parti bütün olumsuz koşullara rağmen yüzde 10 barajını aşıp MHP’den çok milletvekili çıkarıyorsa, bu sistemin fişi çekilmelidir. Seçim barajına, elindeki muazzam propaganda imkanlarına rağmen Erdoğan hala “referandumu kazanabilir miyim?” diye soruyorsa bu sistem onların gözünde bitmiştir.

Başkanlık Rejimine karşı Meclis Başkanlığı, mevcut sisteme karşı Egemen Kurucu Meclis

Başkanlık sistemi 12 Eylül’ün seçim yasalarının ürünü olan yüzde 10 barajını dahi artık hafif görmektedir. Başkanlık rejimi geldiğinde sonuçta iki aday “yarışacağından” baraj otomatikman yüzde 50’ye çıkacak demektir. Buna karşı çıkmak siyasal demokrasinin gereğidir. Kaldı ki, Türkiye’nin olağanüstü yetkilerle donanmış bir başkana ihtiyacı yoktur. Egemen bir kurucu meclisin başkanı, yani Meclis başkanı yabancı ülkelere karşı devleti pekala temsil edebilir. Üstelik bugünkü gibi masraflı da olmaz, Saraylara da ihtiyacı yoktur. Dolayısıyla Başkanlık Rejimine karşı öne çıkartılması gereken Meclis Başkanlığıdır. Ama bundan bile önce egemen bir kurucu meclise ihtiyaç vardır. Yüzde 10 barajının sıfırlandığı, seçime katılan bütün siyasi partilerin eşit propaganda hakkına sahip olduğu, hiçbir partiye devlet kasasından para dağıtılmadığı bir kurucu meclis seçimi. Tabii ki OHAL’in olmadığı koşullarda bir seçim.

Egemen Kurucu Meclis neye karar verir?

Demokratik koşullarda yapılacak bir kurucu meclis seçiminden çıkacak meclis şimdikinin yerini alacak ve önüne şu görevleri koyacaktır:

  • Washington’dan ve Brüksel’den yönetilmeye son verecek egemen bir Meclis!
  • Özelleştirilmiş ya da satılmış bütün stratejik işletmelerin çalışanlarının denetiminde yeniden millileştirilmesi,
  • İMF’yle, Dünya Bankasıyla, Dünya Ticaret Örgütüyle ve onlar gibi bir kurum olan Avrupa Birliğiyle bütün ilişkilerin kesilmesi,
  • Bugüne kadar faizleriyle kat be kat ödediğimiz dış borçların ödemesinin durdurulması, büyük şirketlere olan iç borç ödemelerinin kesilmesi,
  • NATO’dan derhal çıkılması, ülkemizdeki Amerikan askeri üslerinin kapatılması, dış ülkelere askeri müdahale maceralarının yasaklanması,
  • Sigortasız işçi çalıştıran işyerlerinin derhal kamulaştırılması,
  • Sendikal örgütlenme önündeki bütün engeller kaldırılması, sendika seçme özgürlüğünün önündeki sınırların kaldırılması, ILO sözleşmelerinin hepsinin devletçe imzalanması, bunlara uymayan işyerlerine devletçe tazminatsız olarak el konulması,
  • Her vatandaşa iş temin edilmesi, insan haysiyetine uygun yaşama koşullarına sahip olacağı ücrete kavuşturulması,
  • Din ve vicdan özgürlüğünün eksiksiz uygulanması; ifade özgürlüğü önündeki bütün engeller kaldırılması; din ve vicdan özgürlüğü ile düşünce özgürlüğünün ve demokrasinin teminatı olan laikliğin güçlendirilmesi,
  • Mezhepler arası kışkırtmalara son verilmesi, halklar arası kardeşliğin tesisi,
  • Kürt halkının emperyalizme bir can simidiymişçesine sarılmasını engellemek için ulusal egemenlik çerçevesinde kendi kaderini tayin etmesi hakkı tanınması.

Sonuçta, Türkiye’nin içinde bulunduğu bu krizden başka bir çıkış yolu yoktur. Yaşadığımız ülke ya emperyalizm tarafından parçalanacak ya da bu parçalanmayı engellemek üzere ülkenin dört bir yanında egemen bir kurucu meclisin inşası için kurucu meclis komiteleri oluşturulacaktır. İşçi sınıfının böyle bir mücadelede başı çekmesi ve bütün Türkiye milletini peşinden sürüklemesi bir zorunluluktur.