“Ortayolculuk” ve Gerici “Ortayolculuk” Üzerine

— Şadi OZANSÜ

PGB Sosyalizm’in bu sayısında Marksizmin Merkezci (Ortayolcu) varyantı üzerine çeşitli yazılar bulacaksınız. Bunlar Doğan Fennibay imzalı telif yazılar olduğu kadar François Forgue imzalı çeviriler için de geçerli. Dergimizin 43. sayısında Alfredo Luna’nın “Anti-Emperyalist Birleşik Cephe ve Sürekli Devrim” makalesi de zaten aynı meseleye işaret ediyordu. III. Enternasyonal’in devrimci dönemini yansıtan ilk dört kongresinden yapılan alıntılara, Lenin’in ve Troçki’nin konuya ilişkin yaklaşımlarına ve IV. Enternasyonal’in 1951–52 bölünmesinin ardından 1993 yılında gerçekleşen yeniden kuruluşuyla birlikte kaleme alınan belgelere yapılan göndermeler sorunu ulusal ve uluslararası ölçekte tüm berraklığıyla gözler önüne seriyor. Ben, bu yüzden, Ortayolculuk ve Gerici Ortayolculuk ile hesaplaşmayı bu önemli referanslara dayanmaksızın, salt Türkiye “devrimci Marksist” hareketinin çeşitli akımlarının, özellikle 2010 yılında gerçekleşen Anayasa Referandumundan günümüze uzanan politikalarının ışığında gerçekleştirmeye çalışacağım.

(Yazının tamamını okumak için tıklayın.)

“21. Yüzyılın İlk Devrimci Dalgası” ve Gerici Merkezcilik

— Doğan FENNİBAY

Üretim araçlarının özel mülkiyeti rejimi II. Dünya Savaşı’ndan beri en kapsamlı –hatta bazı uzmanlara göre 1929’dan daha şiddetli– buhranını yaşarken, bunun politik sonuçlarını iç içe geçmiş devrimler, karşı-devrimler ve savaşların sıklaşması ve şiddetlenmesi şeklinde yaşamaya başladık. Sosyalizmin kurulup kurulmayacağı hâlâ mücadelenin seyrinin cevaplayacağı bir soru, ancak kapitalizmin sonunun yaklaştığı artık çıplak bir gerçek olarak karşımızda.

Devrimin, karşı-devrimin ve savaşların gündeme gelmesi; zaten eklektik bir bütün olan sosyalist hareketin sertleşen sınıf mücadelesi ekseninde ayrışmasına yol açtı. Kabaca 12 Eylül Referandumu’nun evetçileri ve hayırcıları, biraz da boykotçuları şeklinde yaşanan bu ayrışmada asıl dikkat edilmesi gereken DSİP vb. doğrudan emperyalizmin safında politika yapan siyasetler değil, zira bunlar sürekli olarak kendilerini ifşa etmeyi sürdürüyorlar. Sosyalist hareketin bir devrim şansını daha kaçırmaması için, ki bu son şanslardan biri olabilir, esas olarak merkezci ((IV. Enternasyonal olarak bu merkezciliği “gerici merkezcilik” olarak adlandırıyoruz, zira Bir-Sek’in davranış biçimi çeşitli şekillerde Kautsky’nin merkezciliğini andırsa da çeşitli durumlarda ilerici tavırlar benimseyebilen Kautsky’den farklı olarak Bir-Sek sürekli olarak gerici pozisyonlar alıyor.)) çizgiye dikkat etmesi gerekiyor. Foti Benlisoy’un bir süredir makalelerinde ürettiği, 21. Yüzyılın İlk Devrimci Dalgası adlı eserinde de derlediği çizgiyle bir tartışmayı gerekli görmemizin sebeplerinden birisi bu.

Dahası Benlisoy IV. Enternasyonal’in bayrağını sahiplenme iddiasındaki Bir-Sek’in (Birleşik Sekreterya) bir mensubu ((Emin olamıyoruz, zira IV. Enternasyonal’in bayrağına sahip çıktığını iddia eden Bir-Sek son yıllarda iyiden iyiye dejenere olarak bir örgüt olmaktan çıkıp bir ağ haline geldi. Dolayısıyla kimin üye olduğu, üyeliğin ne kadar bağlayıcı olduğu da iyice muğlaklaştı. Böyle bir yapının çeşitli pozisyonlara rahatça geçebilmek açısından çok elverişli olduğu aşikâr ancak sosyalist devrimin dünya partisi olmak için ne kadar uygun olduğu ayrı bir tartışmanın konusu.)) olduğundan, söylediklerinin Troçkizm’in (devrimci Marksizm de diyebiliriz) düşünceleri olarak algılanması tehlikesi mevcut. Bu da bu tartışmayı açma sebeplerimizden ikincisi.

Bu sebeplerle Benlisoy’un çizgisini eleştirmeyi ve Troçkizm’in gerçek çizgisiyle farklarını ortaya koymayı gerekli gördük. Devamı

Obama’nın Yeniden Seçilmesi: Önemi ve Sonuçları

— Daniel GLUCKSTEIN ((La Vérité/Gerçek’in 76. sayısından dilimize Pınar Erol tarafından çevrilmiştir.))

IV. Enternasyonal Genel Konseyi tarafından 8. Dünya Kongresini hazırlamak üzere kabul edilmiş olan belge (“IV. Enternasyonal’in 8. Kongresinin Hedefleri”) ((Dergimizin bu sayısında bulunabilir.)) mevcut krizi “Amerikan emperyalizminin tam merkezinde konsantre olan emperyalist hakimiyetin topyekûn ve genel krizi” olarak tanımlamıştır.

6 Kasım’da ABD Başkanı Obama’nın yeniden seçilmesi bu değerlendirmenin tüm veçhelerini doğrulamaktadır.

Ancak Obama’nın yeniden seçilmesi kaçınılmaz bir akıbet değildi. Sosyalist Örgütçü’nün (Socialist Organizer – IV. Enternasyonal’in Amerikan seksiyonu) Ulusal Komitesinin 6 Kasım’ın hemen ardından kabul edilen açıklamasında vurgulandığı gibi

Seçmenlerin çoğunluğu için bu seçim Obama’yı desteklemekten çok Romney-Ryan’ı ve onların aşırı sağ kanat gündemini durdurmakla ilgiliydi. (…) Obama’nın dört yıllık emek karşıtı politikalarına duyulan derin öfke ‘daha az kötü’nün tercih edilmesine

kanalize edildi –bu çok uzun süredir işçi hareketini kendi siyasi partisini yaratmaktan ve kendine ait bir siyasal sese sahip olmaktan alıkoymuş olan bir belâdır.

(Yazının tamamını okumak için tıklayın.)

“Ezen Ülkeler”, “Ezilen Ülkeler”, Emperyalizm ve Ulusal Sorun

— François FORGUE ((La Vérité/Gerçek’in 74. sayısından dilimize çevrilmiştir.))

Arjantin hükümeti, geçtiğimiz yılın nisan ayının ortalarında, eskiden bir ulusal şirket olan ve 1992 yılında özelleştirilerek çoğunluk hisseleri bir İspanyol şirketine satılan YPF adlı petrol şirketinin kısmi yeniden millileştirilme sürecini başlattı. Hükümetin söz konusu tasarrufu bir kamulaştırma eylemi, yani devrimci bir operasyon da değildi. Arjantin devleti sadece şirketin çoğunluk hisselerini (yüzde 51) kendine almak istiyordu. Kaldı ki, bir mahkeme de İspanyol şirketine ne kadar tazminat ödeneceğine karar verecekti. Yani tazminatsız bir kamulaştırma dahi yapılmıyordu. Ama “Vay sen misin böyle bir skandala sebebiyet veren hükümet?”

18 Nisan 2012 tarihli Financial Times’ın başyazısı şu başlıkla çıktı: “Sefil Bir Korsanlık Eylemi”. Gerçekten de bir korsanlık eylemi! Hatta neredeyse bir savaş ilanı… Sanırsınız Malvinas Adaları üzerindeki denetimini sürdürmek için buraya donanmasını gönderen İngiliz emperyalizmi değildi de, şimdi İspanya’ya karşı savaş uçakları filosunu sevk eden bir Arjantin’di söz konusu olan. Financial Times konuyla ilgili olarak Arjantin’e karşı gerçekleştirilmesi gereken münhasıran Avrupa Birliği merkezli bir uluslararası eylem çağrısında bulunuyor ve “Arjantin’in G20 ile ilişkilerinin askıya alınması” talebinde bulunuyordu. Öte yandan, 21 Nisan tarihli The Economist de Arjantin’e şöyle verip veriştiriyordu:

Arjantin hâlâ G20 üyesi ve uluslararası kuruluşlardan borç alabiliyor. Vatandaşları Avrupa Birliği ülkelerine vizesiz seyahat edebiliyorlar. Eğer Batı Avrupa ülkeleri onların bu ayrıcalıklarına son verip onları cezalandırırlarsa Arjantinliler kendi kadın devlet başkanlarının izlediği politikaların kendilerine neye mal olacağını öğrenmiş olurlar.”

Demek oluyor ki, “Uluslar Topluluğu”nun içinde yer alan bir devletin (o devlet kapitalist dahi olsa) ve onun vatandaşlarının ticaret, ithalat ve seyahat özgürlükleri, emperyalist bir devletin çıkarlarını zedelemeye yeltendiğinde geri alınabilir ayrıcalıklar olarak görülebiliyor. Her şey bu kadar açıklıkla ifade edilebiliyor!

Tek başına bu hâdise bile, bugün içinde bulunduğumuz muazzam altüst oluşlar döneminde, Marksist emperyalizm tanımı çerçevesinde “ezen ülkeler” ile “ezilen ülkeler” ayırımının neden altını çizmemiz gerektiğini vurgulamak için yeterli bir örnek teşkil ediyor. Yani, emperyalizmin, ulusal sorunla ve genel olarak demokratik haklar (( Lenin, Komünist Enternasyonal Kongresine sunduğu raporda “ezen halklar ve ezilen halklar” tanımını “bir halkı ezen bir halk özgür olamaz” şeklindeki ünlü formüle referans yaparak kullanır. Ancak bu tanım, gelişmiş kapitalist ülkelerin halklarının da “kolektif bir suçluluk” içinde oldukları biçiminde algılanma riskini taşıdığından, ben, Troçki’nin “ezen burjuva ülke ile ezilen burjuva ülke arasındaki keskin fark” yaklaşımından hareketle, “ezen ülkeler, ezilen ülkeler” formülünü kullanmayı tercih ettim. Kuşkusuz en doğru bilimsel tanım şu olmalıdır: “Emperyalist kapitalist ülkeler” ve “emperyalist olmayan kapitalist ülkeler”. Açıktır ki, hâkimiyet şeklinden söz ettiğimizde, söz konusu olan emperyalist hâkimiyettir. Çünkü yarı- sömürge veya eski-sömürge ülkelerin kolonyal hâkimiyet biçimini doğrudan yıkarak ona son vermeleri, bu ülkelerin, emperyalist devletler karşısındaki bağımlılık ilişkilerini ortadan kaldırmaz.)) konusuyla ilişkisine daha dikkatlice eğilmemizi zorunlu kılıyor.

(Yazının tamamını okumak için tıklayın.)