Yunanistan Devrimi Yeni Başlıyor!

–Şadi Ozansü

Öncelikle, ilk elde sıradan gözükse de daha sonra ortaya çıkacak politik sonuçları bakımından dikkate alınması gereken bir uyarı: Türkiye’nin sınıf mücadelesinden yana güçlerinin Yunanistan’daki son durumla ilgili olarak Cumhuriyet gazetesinin attığı başlığa sarılmalarına gerek yok, yani Düyun-u Umumiye benzetmesine. Üstelik AB’nin Çipras’a dayatarak kabul ettirdiği anlaşma paketinin içinde pek kimsenin üstünde durmadığı şu: “Bundan böyle Yunanistan’da herhangi bir hükümet AB kurumlarına danışmadan dilediği zaman referanduma gidemeyecek, eğer illâ gidiyorum derse de, halka referandumda sorulacak soruyu bizzat AB kurumları formüle edeceklerdir” maddesi. Bu maddenin varlığına rağmen Yunanistan’ın emperyalist sistem içindeki konumu ortadadır. Ne İkinci Dünya Savaşı sonrasının işgal altındaki Almanya’sı (450 bin ABD askeri yıllarca bu ülkede kaldı, hâlâ birkaç bin varlar) ve ne de Amerikan 7. Filosunun kontrolü altında olan ve kendine ait bir ordu kurmaya hakkı olmayan Japonya’sı birer sömürge ya da yarı-sömürge ülke değil, emperyalist ülkelerdir. Aynı durum, Yunanistan için de geçerlidir. Yunanistan Türkiye’den farklı olarak “zincirin zayıf halkası” da olsa emperyalist bir ülkedir. Türkiye’den bankalar satın alan bir finans kapitale sahip olmanın ötesinde, bütün bir Akdeniz deniz taşımacılığını Akdeniz’in çok ötesine uzanarak elinde tutan bir ülkedir. Unutmayalım, deniz taşımacılığındaki gücü nedeniyle İtalya’nın Adriyatik sahillerindeki Ancona limanını satın almış bir ülkedir Yunanistan.

Emperyalist burjuvazi niye Yunanistan işçi sınıfına saldırıyor?

Avrupa emperyalist burjuvazisinin Troyka aracılığıyla Yunan halkının egemenliğine saldırması (referandum sonuçlarını hiçe sayması) genel olarak, emperyalizmin Yunanistan işçi sınıfının güçlü örgütlülüğüne saldırmasının bir parçasıdır. Daha önce de ifade etmiş olduğumuz gibi dünya işçi sınıfının en örgütlü müfrezeleri Avrupa’dadır ve kriz içindeki emperyalizmin hedefinde örgütlü Avrupa işçi sınıfı vardır. Troyka’nın Yunanistan işçi sınıfına saldırmasının sorumluluğu sadece Alman emperyalizminin üstüne yıkılamaz. Troyka’nın Alman emperyalizmine yüklediği misyon son derece politiktir ve neo-liberal AB politikalarına karşı yarın İtalya, Fransa, İspanya, Portekiz ve hatta Alman işçi sınıflarının başlatacakları – ki şimdiden belirtileri ortaya çıkmaya başlamıştır- büyük isyanların önünü kesmek içindir. ABD emperyalist burjuvazisi de dahil olmak üzere Avrupa’nın bütün emperyalist burjuvazileri Troyka’nın Yunanistan’da gerçekleştirdiği darbeden memnundurlar. Yunan finans kapitali de memnundur, çünkü gelecek kredilerin önemli bir bölümü öncelikle Yunan bankalarının kasalarını dolduracaktır. İşte, bu noktada meselenin Düyun-u Umumiye’den farkı ortaya çıkar. Ve gene bu noktada “iyi polisi” oynayan Hollande ile “kötü polis” Merkel arasında bir fark olmadığı görülecektir. Liberal kalemşorların bütün şerlerin kaynağını Alman emperyalizminin üstüne yıkmak istemelerinin nedeni, başta Fransa olmak üzere diğer AB ülkelerinin Almanya’ya göre daha “insancıl” olduklarını göstermek ve aslında bir gericilik merkezi olan AB’yi temize çıkartmak gayretindendir. AB, sadece gericiliğin ve militarizmin koordinasyon merkezi(daha önce Yugoslavya parçalanırken görüldüğü gibi şimdi de Ukrayna örneğinde görülen) değil, bunun ötesinde emperyalist yobazlığın da cisimleşmiş hâlidir. Dolayısıyla Almanya’yı öne çıkartarak Avrupa Birliği’ni aklama girişimlerine karşı uyanık olunmalıdır.

Avrupa Birliği’nin karşı-devrimci rolünün Yunanistan krizine etkisi

Bir an için kendi kendimize şu soruyu soralım: Yunanistan bugün bir AB üyesi olmasaydı, bu ülkedeki siyasal mücadele hangi durumda olurdu? Kuşkusuz, Yunanistan halkı ve işçi sınıfı açısından iktidar mücadelesinin yolu – yani üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet rejimine son verme mücadelesinin yolu- bugünküne göre daha engebesiz olurdu. Yunanistan burjuvazisi böyle bir durumda da Avrupa’nın emperyalist burjuvazilerinin desteğini kuşkusuz arkasına alırdı, ama Yunanistan işçi sınıfı ve halkıyla esasen tek başına karşı karşıya kalırdı. Bu da Yunanistan işçi sınıfının yürüteceği iktidar mücadelesi açısından bir avantaj anlamına gelirdi. Bugün Yunanistan işçi sınıfının maalesef hem iç hem dış düşmanlarının sayısı ziyadesiyle fazla. Referandumda yenilen kampa bakmak yeter: Troyka, ABD emperyalizmi, AB emperyalizmi, yazılı ve görsel medyanın neredeyse tümü, Yeni Demokrasi, PASOK, Papandreou’nun yeni partisi ve tabii boykot çağrısı yapmasına rağmen üyelerinin en az yarısının “Hayır” oyu kullandığı KKE.

Esas hainleri görmezden gelmeyelim: ETUC!

Syriza Hükümeti referanduma gitmeye karar verdiğinde ülkede büyük bir kitle seferberliğinin oluşmasına neden oldu. Bu kitle seferberliğinin karşısında saf tutanlar da kendilerini hemen belli ettiler. Ama aralarında bir tanesi vardı ki, insana şaşkınlıktan küçük dilini yutturuyor: Avrupa İşçi Sendikaları Konfederasyonu, nâm-ı diğer ETUC! Sağcısından solcusuna Türkiye’deki bütün işçi konfederasyonlarının bağlı olduğu örgüt. Evet, AB’nin bir yan kuruluşu gibi çalışan ETUC yönetimi Yunanistan’daki referanduma gidilmesine bile karşı tavır aldı. İşte, AB yalakalığının işçi hareketi üzerindeki etkisi. Yani Çipras sonuçta bir kitle seferberliğine neden olan bir referanduma gitme kozuna sarıldı. ETUC bunu bile reddetti.

Burada Syriza’ya ve Çipras’a tabii ki özel bir yer ayırmak gerekiyor. Unutmayalım, burjuva medyasının etkisi altına girmiş olan Çipras, referandumdan üç gün önce neredeyse referandum oylamasından vazgeçmeye niyetlenmişti bile. Sonunda referandumu kazanmak istedi. Bunu daha iyi pazarlık şartları yaratmak için kullanabileceğini düşündü, ama böyle ezici bir sonucu da ne bekliyor ne de arzuluyordu. Çünkü bu sonuç, referandumu kendisinden farklı amaçlarla kullanmak isteyen (memorandumlara son, ücret kesintilerine son, özelleştirmelere son) Yunan halkının giderek güçlenen AB düşmanlığından endişe duymasına sebep oldu. Dolayısıyla referandumdan Çipras’ın beklentisi farklı, Yunan halkınınki farklıydı. Sonuçta emperyalist burjuvazi sadece Çipras’ı dize getirmekle kalmadı, O’na, aynı zamanda oynamakta olduğu tehlikeli kumarı da hatırlattı. Çünkü burjuvazi, AB’den ve AB Bölgesinden ısrarla çıkmak istemediğini açıklayan Çipras’ın aslında blöf yaptığının farkındaydı. Ama Yunanistan halkı ve işçi sınıfı ne kumar oynuyor ve ne de blöf yapıyordu! Ve bu durum şu anda da devam ediyor. Emperyalizmin bastırmasıyla şimdiden parçalanmaya başlayanSyriza Hükümeti ikili karakteriyle (39 milletvekili anlaşmaya “Hayır” oyu verdi, anlaşma karşıtı 5 Bakan görevden alındı) çok kısa sürede misyonunu doldurmaya başladı.

Çipras, halk kitlelerinin canını yakan sorunlara getirdiği acil cevap programıyla iktidara geldi, ama kitlelerin en demokratik taleplerinin bile uygulanmaya konması halinde burjuvazinin iktidarına son verme eğilimini yaratacak bir devrim sürecinin başlayacağını gördüğü için de korkarak emperyalist burjuvaziye teslim bayrağını çekti. Ama artık cin şişeden çıktı ve devrim geri dönüşü olmayan bir yola girdi. “Devrim başladı” derken, bunun, Avrupa’nın diğer ülkelerindeki sınıf mücadelelerinden bağımsız gelişebileceğini kesinlikle düşünmemek gerekir. Söz gelimi, bugün Avrupa’nın elle tutulur bütün devrimci Marksist partileri Yunan işçi sınıfının mücadelesinin enternasyonalist zeminde desteklenmesinin yolunun kendi ülkelerinde Yunanistan’ı destekleyen eylemler yapmaktan ziyade, gene kendi ülkelerindeki sınıf mücadelelerinde kendi emperyalist hükümetlerini devirmekten geçtiğini dile getiriyorlar. Yunanistan işçi sınıfının yıllardır sürdürdüğü amansız mücadele Avrupa işçi sınıfına da yol göstermeye başladı. Ama zaten Troyka’nın esas korkusu da bu değil miydi?

Şimdi ne olacak?

Gene “Yunan Devrimi Başlıyor” derken herkes herhalde bir süreçten bahsettiğimizin farkındadır. Yani iktidarın teknik olarak da el değiştirdiği an’dan değil, bütün iniş-çıkışları ve ilerleme ve gerilemeleriyle uzunca bir dönemden. Daha açık ifade etmek gerekirse 1931’de başlayıp, monarşiye de son veren İspanyol Devrimi’nin 1939’da yenilgiye uğramasına kadar uzanan “Devrim” döneminden. Ama bugün başlayan Yunan Devrimi geçmişte İspanyol Devrimi’nin uğradığı akıbeti paylaşmak zorunda değil. Tek bir koşulla: Devrimin seyri içinde işçi sınıfının iktidarı fethetmesine yardımcı olacak bir sınıf önderliğinin yaratılması koşuluyla! Bugün Yunanistan’la ilgili olarak ikirciksiz bir biçimde “Yunan Devrimi”nden söz etmemizin nedeni; Yunanistan’da yaklaşık üç yıldır süren sınıf mücadelelerinin gücü, yapılan sayısız 24 saatlik ve 48 saatlik genel grevlerin varlığıdır. İçine girdiğimiz dönemde bu eylemler sürecek ve burjuvazinin iktidarını sallamaya devam edecektir. Ama öncelikle mevcut durumdaki sınıf kampına bir bakalım.

Yunan solundaki tablo ne?

Liderlikleri AB’ci ETUC’un kontrolünde olsa da tabanlarının basıncıyla istemeye istemeye – veya bazen de kitle hareketinin “gazını almak” için- genel grevlere giden Yunanistan işçi sendikaları konfederasyonlarını bir kenara bırakacak olursak, Yunanistan’daki sınıf partilerinden bir devrime öncülük etmelerini beklemek hayaldir. Syriza koalisyonunun durumu belli: Süreç biraz sertleştiğinde, önderliği teslim bayrağını çekerken, buna muhalefet eden sol kanadın (parlamentoda 39 milletvekili var) kendi başına ne yapabileceği veya kitlelerin karşısına yeni duruma tekabül eden nasıl bir programla çıkacağı meçhul. Yunanistan Komünist Partisi, KKE geleneksel olarak “duruş” sergilemeyi seven ve neredeyse tarihi boyunca SBKP’ye biat etmenin ötesine geçemediği için her türlü “devrimci” durumdan rahatsızlık duymuş bir parti. İktidarın eşiğine geldiği iç savaş sonrasında, Sovyet partisinin (bürokrasisinin anlayın) direktifine uyarak elindeki silahları burjuvaziye terk edip yerli faşistlere ve onların ağababaları emperyalist işgalcilere karşı kahramanca savaşmış kadrolarını çırılçıplak ortada bırakmış bir parti önderliği. Günümüzde de, “Ben zaten AB’ye karşıyım!” demeyi yeterli bularak burjuvaziye ve emperyalizme karşı kitle eylemlerinde kendi örgütlerini sürekli olarak genel kitleden ayrı tutmaya çalışan, referandumda taraftarlarını “Hayır” oyu vermeye bile çağıramayıp, boykot çağrısı yapan, “800 bin üyem var” diyerek seçimlerde 500 bin oy alan, referandumda üyelerinin yarıdan fazlası önderliğin çağrısına rağmen “Hayır” oyu kullanan bir parti. Dolayısıyla aynı Syriza önderliği gibi onunla aynı gelenekten gelen KKEönderliğinden de Yunanistan Devriminin başarıya ulaştırılması konusunda iyimser bir beklenti içinde olmanın bir anlamı yok. Bir diğer önderlik, yıllarca Yunanistan’da hükümet kurmuş olan ve Yunanistan’ın AB’ye teslimiyetinde başrol oynayan bir burjuva işçi partisi olan PASOK’tur. Önderliği kendisinden kopan Papandreou’nun partisiyle birlikte referandumda “Evet” oyu çağrısı yapmıştır. Kendilerinden ne beklenebilir? Bir ortayolcu koalisyon olan Antarsiya sürece etki edebilecek bir programatik yönelişe sahip değildir. Devrimci Marksist örgütler EEK ileOKDE’den birincisi programatik yöneliş olarak daha tutarlı bir çizgide olsa da Türkiye’deki kardeş partisi Devrimci İşçi Partisi (DİP) ile muhtemelen aynı çizgide durduğundan, yıllardır Yunanistan’da ülkenin AB’den kopuşunu hızlandıracak egemen bir kurucu meclis çağrısı yapamamaktadır. Üstelik referandum sonrası son gelişmeler halk egemenliği ve dolayısıyla demokrasi talebini bu kadar dayatmış ve kitle hareketini sürükleyebilecek bir hâle getirmişken.

Yukarıda sıraladığımız irili ufaklı bütün işçi örgütlerinin militanlarını ve tabii ki onların dışında kalan yüzlerce ve binlerce doğal işçi önderini kucaklayacak bir partinin inşası, Yunanistan Devriminin zaferi için vazgeçilmez bir gereklilik. Böyle bir partinin inşasına öncülüğü şu anda nispeten küçük bir siyasi parti ya da grup da yapabilir, çünkü esas devrimci parti inşası devrim sürecinde olur. Böyle bir parti, devrim sürecinde “az olsun benim olsun” sekter anlayışına ve solculuğa kapılmadığı takdirde işçi sınıfının iktidarına yardımcı olacak bir devrimci partinin inşasına pekâlâ girişebilir. Ama solculuğa kapılıp, “ya kitle hareketinin kontrolü elimden kaçarsa” diye düşünürse de zaten böyle bir inşayı yıllar da geçse başlatamaz.

İlk adım Eylem Komiteleri olmalı

Yunanistan Devriminin temel sorunu ilk elden Eylem Komitelerinin kurulmaya çalışılmasıdır. Bu komiteler mücadele halindeki her 100 işçiye bir delege esasına göre oluşturulabilir. Seçilen delegeleri eylem halindeki işçilerin seçmesi önemlidir. Eylem halinde olmayan işçilerin seçtikleri delegelerin bir önemi yoktur. Bu eylem komitelerine sadece mavi yakalı işçiler değil, kamu çalışanları, memurlar, emekli işçiler, zanaatkârlar, küçük üreticiler, yoksul köylüler, ama özellikle gençler, ezilen kadınlar ve genç işçiler seçilmelidirler. Eylem Komitelerinin çaresizleşen küçük burjuvazinin faşist aygıtlara yönelmesini engelleme misyonu olmalıdır. Gene buEylem Komiteleri işçi sınıfı bürokrasisinin burjuvazi ile ittifaka girmesini engelleyecek bir işlevleri de vardır.

Eylem Komitelerinin oluşturulması, işçi sınıfının aygıtlarının, yani var olan parti ve sendikalarının devrim karşıtı dirençlerini kırmanın mümkün tek yoludur. Eylem Komiteleri siyasal partilerden farklı olarak devrimci parlamentolar olarak düşünülebilirler. Kuşkusuz bu Komitelerden siyasal partiler dışlanamaz, tam tersine onlar da bu Komiteler içinde yer almak için çalışacaklardır ve bu da son derece meşru haklarıdır. Fakat bu komiteler aynı zamanda eylem içindeki kitle tarafından denetim altına alınacaklardır ve böylelikle çürümüş siyasal partilerin etkisinden kurtulmanın yollarını öğreneceklerdir. Yunanistan’da kurulması gereken Eylem Komiteleri başlangıçta elbette Sovyetlerin yerini alamaz, ama mücadelenin seyri içinde bu noktaya varabilirler. Bu devrimin gelişim temposuna bağlıdır. İşte, bugünkü Yunanistan’da böyle bir yönelişle hareket edecek bir devrimci işçi partisinin inşası devrimin kaderi üzerinde fazlasıyla etkili olacaktır. Evet, Yunanistan Devrimi yeni başlıyor!