Emek Partisi’nin Açmazı Tarihseldir. Ama…

— Şadi OZANSÜ

Emek Partisi (EMEP), Türkiye sosyalist hareketi içinde gerçek bir partileşme sürecinin esas olarak işçi sınıfı hareketi içinden yaratılması gerektiğinin farkına varan ve buna uygun olarak davranmaya çalışan örgütlü yapıların başında geliyor. Bu partinin öncüllerinin 70’li yılların başındaki çizgisi göz önünde bulundurulduğunda (THKO çizgisi) aslında bu gelişme oldukça şaşırtıcı. Muhtemelen bu olumlu yönelim değişikliğinin ardında Halkın Kurtuluşu çevresinin teorik ve örgütsel donanımını ileride değineceğimiz tüm sınırlarına rağmen Arnavutluk Emek Partisi (AEP) üzerinden kurgulamış olmasının payı önemli gibi. Gerçekten de Latin Amerika’nın fococu örgütlenme geleneğini savunan bir başlangıç çizgisinin işçi sınıfı örgütlenmesine evrilmesi pek olağan bir gelişme olmasa gerek. Öte yandan SBKP’nin (Sovyetler Birliği Komünist Partisi) Türkiye uzantısı olan geleneksel TKP’nin Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle birlikte kendini tasfiye edip tarih sahnesinden silinmesi göz önünde bulundurulduğunda SBKP ve SSCB’den hiç de farklı bir gelişme seyri izlememiş olan AEP’nin ve Arnavutluk Halk Cumhuriyeti’nin çöküşüne rağmen, zamanında onun politikalarına sıkı sıkıya bağlı kalan bir yapının mevcut gelişimi anlamlı olsa gerek.

Stalinizm’in çözülüşü ve bunun Emek Partisi geleneğine etkisi

Stalinizm’in çözülüşünden söz edildiğinde ister istemez ilk başta SBKP’nin çözülüşünü görmek gerekiyor. Gerçekten dünya Stalinist hareketi dendiğinde akla ilk gelen ne Latin Amerika komünist partileriydi, ne Arap komünist partileriydi ve ne de devasa üye sayılarına rağmen başta Çin Halk Cumhuriyeti olmak üzere Uzakdoğu komünist partileriydi. Nitekim SBKP dünyanın belli başlı komünist partilerinin temel ideolojik besin kaynağıydı. Sözgelimi Batı Avrupa’nın Fransız, İtalyan, İspanyol ve Portekiz komünist partileri için öncelikli referans kaynağı hep SBKP oldu. Gene 1960’lı yıllardan sonra SBKP’den belli bir kopuşu yaşamış olan Romanya, Arnavutluk gibi ülkelerin komünist partileri de en azından o tarihe kadar SBKP’nin ideolojik, politik ve örgütsel etki alanı içinde yer alıyorlardı. Öte yandan SBKP’yi XX. Kongre ile birlikte Stalinizm’den kopmuş olarak görmek de son derece yanıltıcı bir gözlem olsa gerek, çünkü herkesin bildiği gibi Kruşçev’den sonra iktidara gelen Brejnev ve ekibi tartışmasız Stalinist politikalar izlediler. Hatta Stalinizm’e “sert” eleştiriler yöneltmiş olan Kruşçev döneminin bile geleneksel Stalinizm’den ciddi bir kopuş anlamına gelmediği bilinen bir gerçektir.

Öte yandan Arnavutluk Devrimi’nin tarihsel olarak aslında Yugoslav Devrimi’nin bir uzantısı olarak şekillendiği göz önünde bulundurulursa Arnavutluk Emek Partisi’nin dünya Stalinist hareketi üzerinde ciddi bir etkisinin olmadığı bellidir. Stalinizm’le ilgili bu sınırlı değerlendirmeyi yapmamın nedeni şu: Özellikle SBKP’nin çöküşüyle birlikte dünya Stalinist hareketinin içine girmiş olduğu çözülme dikkat edilirse genel hatlarıyla SBKP’nin çözülmesine benzer bir yol izledi. Yani bir başka ifadeyle, dünyanın belli başlı komünist partilerinin içine girdikleri parçalanma sürecinden gerçek anlamda Marksist akımlar çıkmadığı gibi, tam tersine ağırlıklı olarak kapitalizme neredeyse bütünüyle teslim olmuş yapılanmalara geçildi. Gerçekten de dikkat edilirse İtalyan Komünist Partisi büyük çoğunluğuyla bir burjuva partisine evrildi. İspanyol Komünist Partisi Avrupa’nın neredeyse en liberal partisi haline geldi. Fransız Komünist Partisi’nin neredeyse esamisi okunmaz oldu. Portekiz Komünist Partisi 1974 Devriminin başarılı bir proleter devrime dönüşmesini engellemiş bir parti olarak, o sınırlı devrimin kazanımlarını bile savunmaktan aciz kaldı. Yunan Komünist Partisi ikiye bölünüp bir kesimi iyice liberalleşirken diğer kesimi, yani KKE salt “milliyetçi” bir söylemle ayakta kalmaya çalışıyor. Diğer taraftan Çin Komünist Partisi (ÇKP) mafya kapitalizmine tam yol bayrak açarken, geçmişte en azından ulusal kurtuluş savaşı sırasındaki direnişiyle adını duyuran Vietnam Komünist Partisi ÇKP’yi taklit etmeye çalışıyor. Geriye kala kala bir Küba Komünist Partisi kalıyor ki, o da içine girmiş olduğu emperyalist ablukadan sıyrılabilmek için 1967 yılından bu yana hep yapması gerekenin tam tersini yapıyor: Latin Amerika’da ortaya çıkmış olan devrimci süreçleri kışkırtmak yerine başta Lula yönetimini kullanarak Latin Amerika sınıf mücadelelerini frenlemeye çalışıyor. Küba Komünist Partisi’nin tarihsel misyonu neredeyse SBKP’nin çöküş öncesi misyonuyla özdeşleşmeye başladı. SBKP yönetimi, 30’lu yıllardan itibaren, kendi kurtuluşunun başta Avrupa devrimlerini boğmaktansa geliştirmekten geçtiğini göremediği gibi, Küba Komünist Partisi de adanın nihai kurtuluşunun Latin Amerika devrimlerinden geçtiğini göremiyor. Mümkün olan her durumda emperyalizmle kendi bürokratik çıkarlarını koruma pahasına işbirliğine gidiyor ve daha da kötüsü mevcut “anti-Amerikan” söylemine rağmen pratikte Venezuela, Bolivya gibi ülkelerin sınıf mücadelelerini dizginlemeye çalışıyor.

İşte günümüzde dünya Stalinist hareketinden geriye kalanların içine girdikleri bu politikalar Türkiye’de bir işçi sınıfı hareketini inşa etmeye çalışan Emek Partisi’ni nasıl etkiliyor? Sorunun kendisinden cevabının olumsuz olacağı apaçık ortada. Ancak meseleyi sadece Stalinizm temelinde irdelemenin yetersiz kalacağı gerçeğinden hareketle ((Bunu böyle ifade etmemin nedeni, Türkiye sosyalist politikasında EMEP ile TKP’nin aslında aynı Stalinist geleneğin mirasçısı olmalarına rağmen aralarındaki anlayış farklılığı nedeniyle ister istemez, yazımızın başlığından da anlaşılacağı üzere, EMEP’i daha ayrıcalıklı bir konuma yerleştirmiş olmamda yatıyor.)) işçi sınıfı hareketinin yerel/tarihsel konumlanışına da dikkat etmek gerekiyor.

Şimdi yerel bir hareketin uluslararası ufkunu böyle değerlendirdiğimizde birbirinden son derece uzak iki yapının – TKP ile EMEP’in – nasıl olup da şimdilerde aynı komünist partileri kendilerine yandaş olarak gördüklerini – ki geçmişte düşmandılar – açıklamanın Stalinizm geleneğinden başka bir nedeni olmadığı kolaylıkla görülebileceği gibi, geçmiş sosyal emperyalizm – sosyal faşizm ayrımlarının da ne kadar yüzeysel ve sınıf dışı yaklaşımlar olduğu anlaşılır. Bununla birlikte, Türkiye sınıf mücadelesinin yerelliğinin her iki yapının şu an içinde bulundukları ayrı yönelişleri açıklamaya yardımcı olacağı kanısındayım. Nitekim şimdiki TKP’nin “kitabi devrimci” mücadele anlayışındansa EMEP’in biraz daha pragmatik de olsa ayakları yere basan anlayışının farklılığının üzerinde durmak gerektiği kanısındayım – her ne kadar pragmatizmin tehlikesine ileride değinecek olsam da. Gerçekten de EMEP geleneği 12 Eylül öncesinde de şimdiki TKP’den farklı olarak komünistlerin birliğindense sınıfın birliğinin önemi üzerinde daha fazla duruyordu. Sözgelimi, DİSK – TÜRK-İŞ ayrılığının yapaylığı Halkın Kurtuluşu için hayati bir öneme sahipti ve aşılmalıydı. Günümüzde bu durum kendini pratikte 1 Mayıs kutlamalarında gösterdi. EMEP 1 Mayıs kutlamalarında safını daha geniş emekçi ve işçi yığınlarının yer aldığı TÜRK-İŞ mitinginde tutarken TKP önce “devrimcilerin” ve daha sonra bunu da aşarak (!) sadece kendinin yer aldığı zeminde tuttu. Dolayısıyla bir taraf sınıfa seslenmenin ve onunla iletişim kurmaya çalışmanın (EMEP) yolunu seçerken, diğeri komünistlere seslenmeyi (TKP) tercih ediyordu. Pragmatizm vurgusu ise kuşkusuz EMEP’in açmazıydı. Nitekim, Avrupa Birliği’ne ve emperyalizme karşı mücadele etmenin yolunun berrak bir sınıfsal mücadele hattından geçmesi gerekirken, DEHAP’la yapılan seçim ittifakı bütün bir sınıfsal mücadele zeminini bulanıklaştırıyordu. Açıkça ifade etmek gerekirse, Türkiye işçi sınıfının karşı karşıya kaldığı en önemli saldırı özelleştirme, taşeronlaştırma, kuralsız çalışma, sendikaların yok edilmesi, sosyal güvenlik sistemin berhava edilmesi, sağlığın ve eğitimin özelleştirilmesi, bölgesel asgari ücret uygulamasına geçilmeye çalışılması iken bütün bu konularla ilgilenmeyen ya da en azından bunlara ve tabii Irak’ın emperyalistlerce işgaline kayıtsız kalan bir hareketle seçim ittifakına gidilmesi EMEP’in seslenmeye çalıştığı geniş emekçi yığınlar üzerinde ne tür bir etki bırakıyordu? Bu politikalarla yürümek birleşik bir emek cephesinin yaratılmasındansa burjuva politikaların peşine takılacak muğlak bir halk cephesi anlayışına yönelmekten başka bir anlam ifade ediyor mu? Kuşkusuz yapılması gereken ezilen Kürt halkının yanında yer almak, baskıcı devlet aygıtının saldırıları karşısında onunla dayanışmaktı, ama özelleştirmeye karşı ses çıkarmayan AB’ci bir önderlikle birlikte hareket etmek işçi sınıfının varolan sınırlı bilincini bile geriletiyordu.

EMEP’te iç demokrasi

EMEP’in yukarıda andığımız Stalinist anlayışı, onu ister istemez sınıfa karşı da buyurgan bir konuma getiriyor. Komünist Manifesto’nun “komünistlerin işçi sınıfından ayrı bir çıkarları yoktur!” yaklaşımı ne yazık ki EMEP için bir hareket noktası teşkil etmiyor. EMEP’in çıkarları her şeyin üstünde. Çünkü o da, aynen TKP gibi Stalinist bir gelenekten geldiği ve bu geleneği ısrarla savunageldiği için sınıfın çıkarlarıyla kendi örgütününkini özdeşleştirme yanılgısını sürdürüyor. Sınıfın kurtuluş ve iktidar mücadelesinde bir araç olan, daha başka bir ifadeyle bu mücadelede sınıfa kendi iktidar organlarını yaratmada en önemli yardımcı güç olması gereken partiyi – ki bu bir işçi sınıfı partisi bile olsa böyledir – dokunulmaz bir aygıt, daha doğrusu amacın kendisi olarak görüyor. Ekim Devrimi’nin arifesinde sınıfın çıkarlarını kendi öz partisinin çıkarlarının üstünde gören Lenin’in anlayışına yakınlaşamıyor. Nitekim Rusya’da başta Viborg işçileri olmak üzere sınıfın en ileri kesimlerinin iktidar talebine sırt çeviren Bolşevik Partisi’ne – yani kendi partisine – sırtını dönme tehdidini savurarak, bizzat partiyi bile gözden çıkarıp iktidar talep eden işçilere yönelmeyi kafasına koyan Lenin’i anlayamıyor. Toplumun bütün sınıflarından daha homojen olan, ama gene de kendi içinde burjuva hegemonyasının yıllardır süren etkisi nedeniyle çeşitli düzeylerde farklılıklar gösteren bir sınıf olma niteliğini korumaya devam eden işçi sınıfının bu yapısını kavrayamıyor. Stalinizm’in örgüt fetişizminin sınıf mücadelesinin yolunu açmayı engellediğini göremiyor. Parti aygıtının çıkarlarının bazı durumlarda sınıfın genel çıkarlarıyla ((Tabii bu çıkarların devrimci bir karakter taşıdığı anlardan söz ediyorum, yoksa birçok durumda bu çıkarlar parti aygıtının gerisinde olabilir.)) örtüşmediğini fark edemiyor. Dolayısıyla da, bütün iyi niyetli çabalarına rağmen sınıfa genel bir güven duygusu aşılayamıyor. Oysaki, sınıfın birliğinin ve birleşik mücadelesinin yaratılabilmesi için EMEP’i aşan kanalların yaratılmasına ihtiyaç var. Bunlar, işçilerin özgüvenlerini pekiştirecekleri yapılanmaların ortaya çıkmasını dayatıyor. Bir diğer ifadeyle parti, aslında sınıfın birleşik mücadelesini planlamaya, düzenlemeye, organize etmeye yarayacak bir aygıt. Böyle görülmeli. Komünistlerin görevi bu yolda işçi sınıfına yardımcı olmaktan geçer. Emir komuta anlayışıyla hareket etmesinden değil. Dolayısıyla gerçek bir sınıf partisinin inşası sürecinde yaşanacak toplantılarda (kongrelerde) kimsenin söyleyeceğini söylemekten çekinmemesi, partinin yönetici organlarıyla karşı karşıya gelmekten korkmaması gerekir. Sınıfın kendisi homojen olmayıp farklı kesimlerden oluştuğu için farklı görüşlerin ortaya özgürce atılabilip tartışılması gerekir. Bunun olmadığı yerde parti içi demokrasi yoktur. Parti içi demokrasinin işlemediği yerde de sınıf mücadelesi güçlenemez. Bu anlamda Lenin dönemi Bolşevik Partisi’nden daha demokratik bir yapılanmanın yaşanmadığı kanısındayım. Stalinist anlayışların terk edilip bolşevizmin bu mirasına yeniden sahip çıkmak EMEP’in tek sesli yapısından kurtulup atması gereken ilk adımdır.

Gözlemleyebildiğim kadarıyla EMEP’in kuruluş felsefesi bugünkü konumlanışının oldukça ilerisindeydi. Yukarıda çizmiş olduğum gerçek bir sınıf partisine yönelmede atılmış olan başlangıç adımları son derece yetersiz bile olsa daha tutarlıydı. Zaman içinde bunların hepsi teker teker yitirildi. Nakliyat-İş – TÜMTİS çatışması EMEP’in gerileme dönemine girişinin dönüm noktasıdır. İş bu noktaya vardıktan sonra artık yapılabilecek çok az şey kaldı. Sınıfın birliğinin sağlanmasının en basit adımlarından biri – EMEP yönetiminin de gayet iyi bilmesi gerektiği gibi – ilk elde sınıfın kitle örgütlerinin birliğinin sağlanmaya çalışılmasından geçer. Ama EMEP yönetiminin bürokratik Stalinist örgütlenme anlayışının bir sonucu olarak bu en basit sınıf mücadelesi ilkesi bile çiğnenmiştir. Çünkü sorun işçi sınıfının aslında çok da önem arz etmeyen bir sektörünün sendikal yönetiminin her ne pahasına olursa olsun partiye bağlı kılınmaya çalışılması değildir. İşte bu tam da 1920’li yılların başlarında, yani “Savaş Komünizmi” yıllarında Troçki’nin son derece yanlış bir biçimde sendikaları partiye bağlama anlayışının bir benzeridir. Üstelik bundan da daha kötüdür, çünkü o dönemde ortada bir işçi devleti vardır. Lenin, işçi devletine rağmen sendikaların bağımsızlığından söz ederek bu anlayışa karşı çıkar. EMEP yönetiminin, partinin çıkarlarını her şeyin üstünde görmesi anlayışı Nakliyat-İş – TÜMTİS arasındaki akıl almaz çatışmayı körüklemiştir. Konumuz başka siyasi yapıların değerlendirmesi olmayıp sadece EMEP’i kapsadığından Halkın Kurtuluş Partisi’ni eleştirmek bu yazının alanına girmiyor. Muhtemelen aynı Stalinist gelenek söz konusu olduğundan partilerin yerini değiştirsek belki de aynı sonuçlara varılacaktı, belki de varılmayacaktı. Bu çok önemli değil. Önemli olan EMEP yönetiminin parti dışı işçi örgütlenmelerine yaklaşımının irdelenmesidir. EMEP’in bu konudaki anlayışı Leninist değildir. Ve kuşkusuz olumsuz sonuçlarını da fazlasıyla vermiştir. Başta sendikalar olmak üzere, parti dışı kitlesel işçi örgütlerine Leninist yaklaşım karşılıklı saygı ve güven temeli üzerinde ve içişlerine bürokratik müdahalelerde bulunmadan sürdürülmelidir. Şu soruya verilecek cevap her şeyden önemlidir: Nakliyat-İş veya TÜMTİS olsun, bu iki sendikal yapının barındırdığı işçiler seçimlerde ağırlıklı olarak hangi siyasal partilere oy vermişlerdir, EMEP’e mi? Böyle olmadığı sendika içi seçimlerin bile kaybedilmesinden belli değil mi?

Öte yandan EMEP’in KESK içinde yürüttüğü politika da tutarlı değildir. Yıllardır bu sendikanın (?) yönetiminde kalabilmek için izlenmesi gereken politikalara tam zıt bürokratik manevralar sürdürülmektedir. Diyelim ki “Yurtseverler”le anlaşıyorsunuz. Peki ÖDP ile de mi aynı zeminde duruyorsunuz? İşçi sınıfının birliğini sağlama yolunda yürüttüğünüz politikalar çerçevesinde gerek Nakliyat-İş – TÜMTİS meselesinde gerekse KESK’te izlediğiniz politikalarla genel olarak işçi sınıfına nasıl bir mesaj ilettiğinizin farkında mısınız? Yoksa parti programınız farklı, günlük politikalarınız farklı mı? Program sizin için kitlelere uzanmanın bir aracı mı yoksa İçişleri Bakanlığı’na verilecek bir yazı parçasından mı ibaret?

Gelelim program meselesine

Bugün dünyada kendini “sol” olarak tanımlayan bütün yapıların önünde bir turnusol kağıdı var: üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet rejimine ilişkin tavır! Gerçekten de, genel olarak üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet rejimine, ama başlangıç olarak da bir çok ülkede büyük üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet rejimine karşı devrimci bir yükseliş durumunda net olarak ne tavır alınacağına ilişkin karar bir siyasi yapının ya da partinin sınıf karakterini belirlemede temel ayraç oluyor. Programında, bir devrimci durumda özellikle büyük üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet rejimine son vermeyi bağıra bağıra ilan etmeyen partilerin devrimci yükselişi nasıl boşa çıkaracakları (eğer kitle hareketi onları da aşan bir biçimde bu sorunu gündeme getirmezse) tarihin bugüne kadar kanıtladığı gibi bellidir. Ama günümüzde, geçmişte olduğundan da fazla bir önem arz ediyor bu cevap. Gerçekten de çürüyen kapitalizm döneminin özellikle 1975 sonrası yıllarından itibaren – ki SSCB’nin ve Doğu Avrupa rejimlerinin çöküşü de bu dönemin içindedir – günümüze kadar başarılı bir proleter devrimine tanık olunmadığı ortada. Bilindiği gibi 60 milyon insanın ölümü ve muazzam bir üretici güçler yıkımı ile sonuçlanan II. Dünya Savaşı’ndan sonraki 30 yılda kapitalist dünya ekonomisi bir “boom” dönemi yaşadı. Bu dönemin 1974-75 yıllarında sona ermesiyle birlikte dünya kapitalist ekonomisi yüzyılın başında içine girdiği çürümeyi daha hızlanarak yaşamaya başladı. Başını ABD emperyalizminin çokuluslu şirketlerinin çektiği dünya ekonomisi çoktan oluşmuş olan dünya pazarındaki iç tekelci rekabet yüzünden dünya üretici güçlerini yıkma eylemini hızlandırarak sürdürüyor. Bu ise, doğal olarak kuralsız çalışmayı, esnekliği, işçi örgütlerinin ortadan kaldırılmasını, ulusların parçalanmasını, dünyanın ve tabii bu arada metropol ülkeler dahil bütün geri bıraktırılmış kapitalist ülkelerin bölgelere ayrılmasını, sermayenin işgücü maliyetlerinin en ucuz olduğu ülkelere kaydırılmasını, işçi örgütlerinin birer sınıf örgütü olmaktan çıkarılıp korporatist yapılara büründürülerek STK’laştırılmasını gündeme getiriyor. IMF’nin, Dünya Bankası’nın, Dünya Ticaret Örgütü’nün direktiflerine göre hareket eden bölgesel emperyalist yapıların (AB, FTAA, MERCOSUR, SAARC gibi) doğmasına neden oluyor.

İşte bütün bu koşullar altında, geçmişte Çin’de, Küba’da ve Vietnam’da olduğu gibi, yönetici partilerin programında yer almasa bile ayaklanan kitlelerin itici gücüyle üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet rejimlerinin tasfiyesi gerçekleşmişken, günümüzde bu durum daha zorlaşmış gözüküyor. Yani bir başka ifadeyle Mao’nun ya da Castro’nun ya da Ho Şi Minh’in öngörmedikleri bir biçimde demokratik devrimin kesintisiz olarak sosyalist devrime evrilmesi süreci günümüzde daha da zorlaşmış durumda ve ister istemez devrimlere öncülük edecek olan yapıların iradi müdahalesini aynen 1917 Ekim Devrimi’nde olduğu gibi zorunlu kılıyor. Bugün Latin Amerika devrimlerinde yaşanan süreç tam da bu. O yüzden de EMEP’in programında muğlak olarak yer alan ve ÖDP’ninkinde ise hiç yer almayan büyük üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet rejiminin tasfiyesi meselesi can alıcı bir nitelik kazanıyor.

Bütün işçi örgütlerine çağrı

İKP (İşçi Kardeşliği Partisi) girişimi Türkiye işçi sınıfının bütün kesimlerini bir araya getirip kitlesel bir işçi partisi inşa etmenin yolunu açmaya çalışıyor. Bu parti bir anlamda bir birleşik işçi cephesinin nüvesini teşkil edecektir. Bu parti, patronlardan ve devletten bağımsız bütün işçi örgütlerinin bir araya gelebileceği bir yapılanmayı hedefliyor. Bu temel ilkeleri kendine rehber edinmiş bütün işçi örgütleri ve yandaşları böyle bir partinin içinde özgürce yer alabilme hakkına sahip olacaklar. Bu parti, kendini “sağcılık ve solculuk” zemininde kurgulamıyor, sınıfçılık zemininde kurguluyor. Türkiye’nin en kısa zamanda kitlesel bir işçi sınıfı partisine ihtiyacı var. Burjuvazinin ve emperyalizmin azgın saldırılarına karşı direnip karşı saldırıya geçebilmenin yolu her şeyden önce böyle bir partinin inşasından geçiyor. Atılması gereken adım bu. Bütün işçi örgütlerini ve bu arada EMEP’i de böyle bir partinin içinde yer almaya çağırmanın anlamlı olacağını düşündüğümden bu yazıyı kaleme almayı görev saydım.

Üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet rejimine son verecek bir işçi köylü hükümetinin yolunun açılabilmesi için İKP’nin inşası bir zorunluluk. Türkiye işçi sınıfının buna ihtiyacı var!