— Şadi Ozansü
Orta Doğu’nun ve dünyanın birçok ülkesi gibi Türkiye de felaketin eşiğinde. 2002 yılında Amerikan emperyalizminin bilinçli müdahalesiyle Orta Doğu’da “ılımlı İslam”ın başını çekmesi için kurdurulan Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP), mevcut yönetimi ve onun doğal lideri Erdoğan, 2016 yılının Temmuz ayında gene ABD emperyalizminin yönetiminin en azından bir fraksiyonunun -diğer fraksiyonunu haberdar ederek de olsa- gerçekleştirdiği şimdilik başarısız kalan askeri darbe girişiminin muhatabı oldu. Türkiye’nin 2008’lerden bu yana içine düşürüldüğü duruma bakın: İslamcı bir yönetim “Radikal İslamcı” bir darbe girişimiyle karşı karşıya kalıyor! ABD emperyalizminin doğrudan emri altındaki Cemaat, 1966 yılında dünyanın en kalabalık Müslüman nüfusuna sahip ülkesi olan Endonezya’da Sukarno rejimini devirip kısa sürede 1 milyon komünisti katleden Nakdat-ül Ulema Cemaatinin bir benzeri. Onun başını çektiği darbe girişiminin başarılı olması halinde ülkenin kısa sürede ne hale gelebileceğini varın siz düşünün.
Olayların gelişimi, varacağı yeri kısa sürede gösterse de Erdoğan rejimi 15 Temmuz’dan 1-2 gün sonraki panik havasından çok çabuk sıyrıldı ve daha “sakin” bir durum değerlendirmesi yaparak 2023 yılına göre planlanmış olan hedefini hızlandırmaya karar verdi. Daha açık bir ifadeyle Cemaatin “derhal” yapmayı planladığı işleri, 2023 yılına kadar “yaymayıp” daha önce gerçekleştirmeye koyuldu. Devlet Bahçeli’nin kendisine sunduğu imkanla Başkanlık rejimine hemen geçmek istemesi bundandır. Kendi partisi AKP’ye artık hiç güvenmeyen -darbenin sivil ayağının AKP teşkilatı olduğu gün gibi ortada olduğundan- ama taktik nedenlerle buna şimdilik ses çıkartmamayı tercih eden Saray “kurmayları”, Cemaatin zirvelerine karşı mücadeleyi de es geçerek “sıradan sempatizanları” ile uğraşmayı ve onları işten atarak bir kısmını da hapse atmayı tercih etmiştir. Cemaatin zirvelerini (asker/sivil) sadece “rehine” tutmak ABD emperyalizmiyle yürüttüğü pazarlıkta işine daha fazla gelmektedir.
Kimse kimseyi kandırmadı, herkes açık oynadı
Esad, Tayyip Erdoğan’ı kandırmadı, tam tersine Davutoğlu “taktikleri” ile Erdoğan Esad’ı kandırmak istedi, tutmadı. Erdoğan/Davutoğlu ikilisi Öcalan’ı ve PKK’yı kandırmak istediler, onu Esad’ın üstüne sürmek istediler, olmadı. Cemaati TSK’nın üzerine sürdüler, olmadı çünkü Cemaat orada zaten atı alıp Üsküdar’ı geçmişti. Dolayısıyla Erdoğan kimse tarafından kandırılmadı, ama kimseyi de kandıramadı. Gerçekleşen darbe girişimlerinin, Kürtlere ülke içinde ve dışında saldırmasının, Türkiye’de şimdilerde OHAL’i kullanarak sol kesimlere saldırmasının nedeni bu. Ama Başkanlık diye tutturmasının nedeni de bu.
2010 Referandumu niye oldu? Şimdi ne oluyor?
2010 yılında “demokratik” anayasa yapacağız diye kıyamet kopmadı mı? Yüzde 58 oyla “Evet” ve “Yetmez ama Evet” tercihleri kazanmadı mı? 1982 Anayasası daha önceki AB değişiklik paketleriyle birlikte neredeyse tümüyle rafa kaldırılmadı mı? Peki o halde şimdi “12 Eylül darbe Anayasasını kaldırıp yeni ve daha demokratik anayasa yapacağız” demenin herhangi bir inandırıcılığı var mı? Bu anayasayı daha demokratik hale getirmek öncelikle 2010 referandumundan önceki haline getirmekle olur, çok daha demokratik hale getirmekse ’61 anayasasına dönüşle mümkündür. Ama bugün Türkiye’nin sorunu yeni bir anayasa yazımı değildir. Başkanlık sistemi anayasası ister istemez bütün anayasalardan daha gerici olacaktır. Türkiye’nin mevcut anayasası bile ABD anayasasından da, Fransız anayasasından da, çeşitli Latin Amerika ülkeleri Başkanlık rejimi anayasalarından daha ileridir.
Parlamenter sistem her türlü Başkanlıktan daha demokratiktir
Bugün Türkiye’de gerçek bir parlamenter sistem yok. Türkiye kısmen de olsa demokratik denilebilecek bir parlamenter sistemi sadece 60’lı yıllarda yaşadı. 12 Eylül 1980 Türkiye’de parlamenter sistemi bugünkü koma haline soktu. Devlet Bahçeli, Tayyip Erdoğan’a, “gel şunun fişini tamamen çekelim” diyor. İkisinin birlikte bugün önerdikleri başta kendi partileri olmak üzere bütün partileri kapatmaktır. HDP gibi bir parti bütün olumsuz koşullara rağmen yüzde 10 barajını aşıp MHP’den çok milletvekili çıkarıyorsa, bu sistemin fişi çekilmelidir. Seçim barajına, elindeki muazzam propaganda imkanlarına rağmen Erdoğan hala “referandumu kazanabilir miyim?” diye soruyorsa bu sistem onların gözünde bitmiştir.
Başkanlık Rejimine karşı Meclis Başkanlığı, mevcut sisteme karşı Egemen Kurucu Meclis
Başkanlık sistemi 12 Eylül’ün seçim yasalarının ürünü olan yüzde 10 barajını dahi artık hafif görmektedir. Başkanlık rejimi geldiğinde sonuçta iki aday “yarışacağından” baraj otomatikman yüzde 50’ye çıkacak demektir. Buna karşı çıkmak siyasal demokrasinin gereğidir. Kaldı ki, Türkiye’nin olağanüstü yetkilerle donanmış bir başkana ihtiyacı yoktur. Egemen bir kurucu meclisin başkanı, yani Meclis başkanı yabancı ülkelere karşı devleti pekala temsil edebilir. Üstelik bugünkü gibi masraflı da olmaz, Saraylara da ihtiyacı yoktur. Dolayısıyla Başkanlık Rejimine karşı öne çıkartılması gereken Meclis Başkanlığıdır. Ama bundan bile önce egemen bir kurucu meclise ihtiyaç vardır. Yüzde 10 barajının sıfırlandığı, seçime katılan bütün siyasi partilerin eşit propaganda hakkına sahip olduğu, hiçbir partiye devlet kasasından para dağıtılmadığı bir kurucu meclis seçimi. Tabii ki OHAL’in olmadığı koşullarda bir seçim.
Egemen Kurucu Meclis neye karar verir?
Demokratik koşullarda yapılacak bir kurucu meclis seçiminden çıkacak meclis şimdikinin yerini alacak ve önüne şu görevleri koyacaktır:
- Washington’dan ve Brüksel’den yönetilmeye son verecek egemen bir Meclis!
- Özelleştirilmiş ya da satılmış bütün stratejik işletmelerin çalışanlarının denetiminde yeniden millileştirilmesi,
- İMF’yle, Dünya Bankasıyla, Dünya Ticaret Örgütüyle ve onlar gibi bir kurum olan Avrupa Birliğiyle bütün ilişkilerin kesilmesi,
- Bugüne kadar faizleriyle kat be kat ödediğimiz dış borçların ödemesinin durdurulması, büyük şirketlere olan iç borç ödemelerinin kesilmesi,
- NATO’dan derhal çıkılması, ülkemizdeki Amerikan askeri üslerinin kapatılması, dış ülkelere askeri müdahale maceralarının yasaklanması,
- Sigortasız işçi çalıştıran işyerlerinin derhal kamulaştırılması,
- Sendikal örgütlenme önündeki bütün engeller kaldırılması, sendika seçme özgürlüğünün önündeki sınırların kaldırılması, ILO sözleşmelerinin hepsinin devletçe imzalanması, bunlara uymayan işyerlerine devletçe tazminatsız olarak el konulması,
- Her vatandaşa iş temin edilmesi, insan haysiyetine uygun yaşama koşullarına sahip olacağı ücrete kavuşturulması,
- Din ve vicdan özgürlüğünün eksiksiz uygulanması; ifade özgürlüğü önündeki bütün engeller kaldırılması; din ve vicdan özgürlüğü ile düşünce özgürlüğünün ve demokrasinin teminatı olan laikliğin güçlendirilmesi,
- Mezhepler arası kışkırtmalara son verilmesi, halklar arası kardeşliğin tesisi,
- Kürt halkının emperyalizme bir can simidiymişçesine sarılmasını engellemek için ulusal egemenlik çerçevesinde kendi kaderini tayin etmesi hakkı tanınması.
Sonuçta, Türkiye’nin içinde bulunduğu bu krizden başka bir çıkış yolu yoktur. Yaşadığımız ülke ya emperyalizm tarafından parçalanacak ya da bu parçalanmayı engellemek üzere ülkenin dört bir yanında egemen bir kurucu meclisin inşası için kurucu meclis komiteleri oluşturulacaktır. İşçi sınıfının böyle bir mücadelede başı çekmesi ve bütün Türkiye milletini peşinden sürüklemesi bir zorunluluktur.