ABD Başkanlık seçimi üzerine sınıfsal bir bakış

 

— IV. Enternasyonal’in Yeniden Oluşumu için Örgütlenme Komitesi – OCRFI

 

Söz konusu olan sınıf mücadelesidir!

Aradan bir hafta geçti. Bütün dünyada ve her siyasi çevrede herkes Trump’ın seçilmesiyle bağlantılı olarak baş gösteren “kriz”e ilişkin görüşlerini ifade ediyor.

Kendi adımıza, biz de, bu seçimi izleyen ilk saatlerde yayınladığımız bildiriyle konuya ilişkin sınıfsal bir bakış açısı gösterdik. Bugün de aynı bakış açısını sürdüreceğiz.

Neden?

Geçtiğimiz hafta seçimlerden önce şöyle yazıyorduk: “ABD’de kapitalist sınıf, daha istikrarlı olacağı gerekçesiyle Clinton’un başkanlığını arzuluyor. Ama eğer Trump kazanırsa işini onunla da sürdürmeyi becerecektir.” Mali piyasaların Asya, Amerika ve Avrupa borsalarındaki yükselişi bu öngörümüzü doğruluyor.

Kuşkusuz Trump ile Clinton aynı şey demek değil. Aralarındaki fark kendini birçok alanda hissettiriyor, şöyle ki: Trump’ın çocuk aldırma hakkını tehdit etmesi ya da göçmenlere karşı söylemleri gibi.trump-and-clinton

Bununla birlikte, soruna sınıfsal açıdan yaklaştığımızda, piyasaların bu seçime gösterdiği tepki, mali sermayenin çıkarlarının Trump’ın başkanlığı altında da en az Clinton’un başkanlığı altında olduğu kadar savunulabileceği anlamına gelmiyor mu?

Siyasal düzlemde Obama-Trump görüşmesi son derece öğreticidir. Her ikisi de devletin bekası konusunda aralarında anlaşmışlar ve bu anlaşmadan dolayı birbirlerini kutlamışlardır.

Trump, “Obamacare”ı tümüyle gözden çıkartmayacağını (açıktır ki Obamacare’in kaldırılması durumunda büyük özel sigorta şirketleri çok şey kaybederlerdi) ifade etmiştir.

Göçmenlerle ilgili 11 milyon insanı ülke dışına atma hedefini 2-3 milyona çekme sözünde bulunmuştur ki bu rakam da Obama döneminde kimlik kartı olmadığı için ülkeden kovulan 2,5 milyon göçmen rakamına yaklaşmaktadır.

Bir ekonomik atılım planıyla 1000 milyar dolarlık yatırım yapacağı vaadi ise unutmayalım ki, Obama’nın en baştaki taahhütlerinden biriydi ve sonucunu hep birlikte gördük.

Trump’ın politikaları yeni istihdam yaratacak mı? Bunu gelecekte göreceğiz. Ama şu bir gerçek ki: Onun niyeti düzgün ücretlerle bir istihdam yaratmak olmadığı gibi, emeklilik ve sosyal güvenlik şemsiyesi koruması altında oluşacak kalıcı bir istihdam yaratmak da olmayacaktır. Özellikle sendikal haklarla donanmış bir istihdam hiç olmayacaktır bu!

Trump’ın birinci sınıf bir yobaz olduğu tartışma götürmez. İşçilerin, gençlerin, kadınların, siyahların ve latinoların onun politikalarına karşı savaşacaklarına hiç kuşku yok. Ancak Trump’ın Şeytanın cismanileşmesi olarak gösterilerek, onun karşısında her türlü ittifakın her ne pahasına olursa olsun yapılabileceğinin ileri sürülmesine itiraz ettiğimizde karşılaşacağımız hayret ifadeleri, 8 yıldır ABD’de süren feci durumun müsebbiplerinin sorumluluğunu ortadan kaldırmaz. Bunun müsebbipleri, kendi bağımsız siyasi partilerini kurmayıp Demokrat Partiyi desteklemeye devam etmiş olan işçi sendikası örgütleriyle siyahi örgütlerin yöneticileridir. Kitlesel bir işçi partisi kurmayı reddeden sendikal yönetimler ve böyle bir partinin içinde kendi özerk yapılarını kurmayı reddeden siyah önderlikler hala büyük patronların partisi Demokrat Parti’yi desteklemeye devam ediyorlar, onu sözde “düzeltme”ye çalışıyorlar. ABD sınıf mücadeleleri tarihi bu “düzelticilerin” sınıf hareketini boğma ve hareketsizliğe itmelerinin tarihidir.

Bugün ya da yarın ABD’de ya da Avrupa’da aşırı sağ’a karşı mücadele bahanesi altında sınıf bağımsızlığını reddetmeyi haklı çıkaracak hiçbir gerekçe yoktur.

Bağımsız sınıf hattında yürümektense ABD’de Trump’a karşı Hillary Clinton gibi bir Wall Street adayını desteklemek, “ehveni şer” yapıyoruz derken “şer”e teslim olmayı getirmiştir. Yarın aynı durum Fransa’da olursa “ehveni şer”le Marine Lepen’i iktidara taşırsınız.

Söz konusu olan sınıf mücadelesidir!

Ve bu mücadele ne ABD’de ve ne de Avrupa’da henüz son sözünü söylemiştir!

(16. 11. 2016)

Türkiye için hâlâ çıkış yolu var: Egemen Kurucu Meclis!

— Şadi Ozansü

Orta Doğu’nun ve dünyanın birçok ülkesi gibi Türkiye de felaketin eşiğinde. 2002 yılında Amerikan emperyalizminin bilinçli müdahalesiyle Orta Doğu’da “ılımlı İslam”ın başını çekmesi için kurdurulan Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP), mevcut yönetimi ve onun doğal lideri Erdoğan, 2016 yılının Temmuz ayında gene ABD emperyalizminin yönetiminin en azından bir fraksiyonunun -diğer fraksiyonunu haberdar ederek de olsa- gerçekleştirdiği şimdilik başarısız kalan askeri darbe girişiminin muhatabı oldu. Türkiye’nin 2008’lerden bu yana içine düşürüldüğü duruma bakın: İslamcı bir yönetim “Radikal İslamcı” bir darbe girişimiyle karşı karşıya kalıyor! ABD emperyalizminin doğrudan emri altındaki Cemaat, 1966 yılında dünyanın en kalabalık Müslüman nüfusuna sahip ülkesi olan Endonezya’da Sukarno rejimini devirip kısa sürede 1 milyon komünisti katleden Nakdat-ül Ulema Cemaatinin bir benzeri. Onun başını çektiği darbe girişiminin başarılı olması halinde ülkenin kısa sürede ne hale gelebileceğini varın siz düşünün.

Olayların gelişimi, varacağı yeri kısa sürede gösterse de Erdoğan rejimi 15 Temmuz’dan 1-2 gün sonraki panik havasından çok çabuk sıyrıldı ve daha “sakin” bir durum değerlendirmesi yaparak 2023 yılına göre planlanmış olan hedefini hızlandırmaya karar verdi. Daha açık bir ifadeyle Cemaatin “derhal” yapmayı planladığı işleri, 2023 yılına kadar “yaymayıp” daha önce gerçekleştirmeye koyuldu. Devlet Bahçeli’nin kendisine sunduğu imkanla Başkanlık rejimine hemen geçmek istemesi bundandır. Kendi partisi AKP’ye artık hiç güvenmeyen -darbenin sivil ayağının AKP teşkilatı olduğu gün gibi ortada olduğundan- ama taktik nedenlerle buna şimdilik ses çıkartmamayı tercih eden Saray “kurmayları”, Cemaatin zirvelerine karşı mücadeleyi de es geçerek “sıradan sempatizanları” ile uğraşmayı ve onları işten atarak bir kısmını da hapse atmayı tercih etmiştir. Cemaatin zirvelerini (asker/sivil) sadece “rehine” tutmak ABD emperyalizmiyle yürüttüğü pazarlıkta işine daha fazla gelmektedir.

Kimse kimseyi kandırmadı, herkes açık oynadı

Esad, Tayyip Erdoğan’ı kandırmadı, tam tersine Davutoğlu “taktikleri” ile Erdoğan Esad’ı kandırmak istedi, tutmadı. Erdoğan/Davutoğlu ikilisi Öcalan’ı ve PKK’yı kandırmak istediler, onu Esad’ın üstüne sürmek istediler, olmadı. Cemaati TSK’nın üzerine sürdüler, olmadı çünkü Cemaat orada zaten atı alıp Üsküdar’ı geçmişti. Dolayısıyla Erdoğan kimse tarafından kandırılmadı, ama kimseyi de kandıramadı. Gerçekleşen darbe girişimlerinin, Kürtlere ülke içinde ve dışında saldırmasının, Türkiye’de şimdilerde OHAL’i kullanarak sol kesimlere saldırmasının nedeni bu. Ama Başkanlık diye tutturmasının nedeni de bu.

2010 Referandumu niye oldu? Şimdi ne oluyor?

2010 yılında “demokratik” anayasa yapacağız diye kıyamet kopmadı mı? Yüzde 58 oyla “Evet” ve “Yetmez ama Evet” tercihleri kazanmadı mı? 1982 Anayasası daha önceki AB değişiklik paketleriyle birlikte neredeyse tümüyle rafa kaldırılmadı mı? Peki o halde şimdi “12 Eylül darbe Anayasasını kaldırıp yeni ve daha demokratik anayasa yapacağız” demenin herhangi bir inandırıcılığı var mı? Bu anayasayı daha demokratik hale getirmek öncelikle 2010 referandumundan önceki haline getirmekle olur, çok daha demokratik hale getirmekse ’61 anayasasına dönüşle mümkündür. Ama bugün Türkiye’nin sorunu yeni bir anayasa yazımı değildir. Başkanlık sistemi anayasası ister istemez bütün anayasalardan daha gerici olacaktır. Türkiye’nin mevcut anayasası bile ABD anayasasından da, Fransız anayasasından da, çeşitli Latin Amerika ülkeleri Başkanlık rejimi anayasalarından daha ileridir.1mayis2016-ikp

Parlamenter sistem her türlü Başkanlıktan daha demokratiktir

Bugün Türkiye’de gerçek bir parlamenter sistem yok. Türkiye kısmen de olsa demokratik denilebilecek bir parlamenter sistemi sadece 60’lı yıllarda yaşadı. 12 Eylül 1980 Türkiye’de parlamenter sistemi bugünkü koma haline soktu. Devlet Bahçeli, Tayyip Erdoğan’a, “gel şunun fişini tamamen çekelim” diyor. İkisinin birlikte bugün önerdikleri başta kendi partileri olmak üzere bütün partileri kapatmaktır. HDP gibi bir parti bütün olumsuz koşullara rağmen yüzde 10 barajını aşıp MHP’den çok milletvekili çıkarıyorsa, bu sistemin fişi çekilmelidir. Seçim barajına, elindeki muazzam propaganda imkanlarına rağmen Erdoğan hala “referandumu kazanabilir miyim?” diye soruyorsa bu sistem onların gözünde bitmiştir.

Başkanlık Rejimine karşı Meclis Başkanlığı, mevcut sisteme karşı Egemen Kurucu Meclis

Başkanlık sistemi 12 Eylül’ün seçim yasalarının ürünü olan yüzde 10 barajını dahi artık hafif görmektedir. Başkanlık rejimi geldiğinde sonuçta iki aday “yarışacağından” baraj otomatikman yüzde 50’ye çıkacak demektir. Buna karşı çıkmak siyasal demokrasinin gereğidir. Kaldı ki, Türkiye’nin olağanüstü yetkilerle donanmış bir başkana ihtiyacı yoktur. Egemen bir kurucu meclisin başkanı, yani Meclis başkanı yabancı ülkelere karşı devleti pekala temsil edebilir. Üstelik bugünkü gibi masraflı da olmaz, Saraylara da ihtiyacı yoktur. Dolayısıyla Başkanlık Rejimine karşı öne çıkartılması gereken Meclis Başkanlığıdır. Ama bundan bile önce egemen bir kurucu meclise ihtiyaç vardır. Yüzde 10 barajının sıfırlandığı, seçime katılan bütün siyasi partilerin eşit propaganda hakkına sahip olduğu, hiçbir partiye devlet kasasından para dağıtılmadığı bir kurucu meclis seçimi. Tabii ki OHAL’in olmadığı koşullarda bir seçim.

Egemen Kurucu Meclis neye karar verir?

Demokratik koşullarda yapılacak bir kurucu meclis seçiminden çıkacak meclis şimdikinin yerini alacak ve önüne şu görevleri koyacaktır:

  • Washington’dan ve Brüksel’den yönetilmeye son verecek egemen bir Meclis!
  • Özelleştirilmiş ya da satılmış bütün stratejik işletmelerin çalışanlarının denetiminde yeniden millileştirilmesi,
  • İMF’yle, Dünya Bankasıyla, Dünya Ticaret Örgütüyle ve onlar gibi bir kurum olan Avrupa Birliğiyle bütün ilişkilerin kesilmesi,
  • Bugüne kadar faizleriyle kat be kat ödediğimiz dış borçların ödemesinin durdurulması, büyük şirketlere olan iç borç ödemelerinin kesilmesi,
  • NATO’dan derhal çıkılması, ülkemizdeki Amerikan askeri üslerinin kapatılması, dış ülkelere askeri müdahale maceralarının yasaklanması,
  • Sigortasız işçi çalıştıran işyerlerinin derhal kamulaştırılması,
  • Sendikal örgütlenme önündeki bütün engeller kaldırılması, sendika seçme özgürlüğünün önündeki sınırların kaldırılması, ILO sözleşmelerinin hepsinin devletçe imzalanması, bunlara uymayan işyerlerine devletçe tazminatsız olarak el konulması,
  • Her vatandaşa iş temin edilmesi, insan haysiyetine uygun yaşama koşullarına sahip olacağı ücrete kavuşturulması,
  • Din ve vicdan özgürlüğünün eksiksiz uygulanması; ifade özgürlüğü önündeki bütün engeller kaldırılması; din ve vicdan özgürlüğü ile düşünce özgürlüğünün ve demokrasinin teminatı olan laikliğin güçlendirilmesi,
  • Mezhepler arası kışkırtmalara son verilmesi, halklar arası kardeşliğin tesisi,
  • Kürt halkının emperyalizme bir can simidiymişçesine sarılmasını engellemek için ulusal egemenlik çerçevesinde kendi kaderini tayin etmesi hakkı tanınması.

Sonuçta, Türkiye’nin içinde bulunduğu bu krizden başka bir çıkış yolu yoktur. Yaşadığımız ülke ya emperyalizm tarafından parçalanacak ya da bu parçalanmayı engellemek üzere ülkenin dört bir yanında egemen bir kurucu meclisin inşası için kurucu meclis komiteleri oluşturulacaktır. İşçi sınıfının böyle bir mücadelede başı çekmesi ve bütün Türkiye milletini peşinden sürüklemesi bir zorunluluktur.

“Her Yerde Olduğu gibi Türkiye’de de Savaş, Sömürü ve Taşeron Çalıştırma Var”

Söz Cemal Bilgin’de

36 yaşında hasta bakıcı

Mumbai Konferansı delegesi

 

ltt[Savaşa, Sömürüye ve Güvencesiz Çalıştırmaya karşı Uluslararası İşçi Konferansı, 18-20 Kasım tarihleri arasında Mumbai’de (Hindistan) gerçekleşiyor. Türkiye delegasyonunda bulunan, İstanbul Üniversitesi Çapa Tıp Fakültesi’nde taşeron işçi örgütlenmesi faaliyetleri nedeniyle hedef olmuş ve yakın zamanda işten atılmış Cemal Bilgin’in bu röportajı, Fransa’da La Tribune des Travailleurs gazetesinin 2 Kasım 2016 tarihli 62. sayısında yayınlanmıştır.]
ltt-cemal-rop

Kendini tanıtır mısın?

Cemal Bilgin: Orta Anadolu’nun yoksul bir kenti olan Yozgatlıyım. On beş yıldır İstanbul Üniversitesi Büyük Hastanesinde hasta bakıcı olarak çalışıyorum. Burada taşeron çalışan yaklaşık bin kadar ücretliyiz. Ayda yaklaşık 300 Avro alıyoruz. Ama İstanbul’da hayat çok pahalı, neredeyse Avrupa’nın bazı sanayileşmiş ülkelerininkiyle aynı düzeyde.

Buna karşılık hiçbir toplu sözleşme güvencesine sahip değiliz. Bizim işyerinde sendikal örgütlenme talebimiz İdare tarafından sürekli olarak geri çevrilmiştir. Beş yıldan fazla bir zamandır Taş-İş Der adlı bir taşeron işçi derneği kurmuş bulunuyoruz. Bu mütevazı örgütlenme sayesinde ücretli yıllık hakkı benzeri çeşitli kazanımlar elde ettik. Taş-İş Der bir sendikanın maddi imkanlarına sahip olmasa da, onun aracılığıyla işten çıkartmalara karşı koyabildik. Ama bugün OHAL uygulamasına maruzuz ve mesela derneğin yöneticilerinden biri olduğum halde işten atılmış durumdayım. Arkadaşlar eylemleriyle beni desteklediler ama şimdi işten çıkarılma tehdidi altındalar. İşten atılmış olmama rağmen arkadaşlarımla işyerindeki ilişkilerimi sürdürüyorum (İdare bizim buraya girmemize yasak koyamıyor çünkü burası bir hastane ve kamusal bir alan) hatta İstanbul’un diğer hastanelerinin hasta bakıcıları ile temastayım. Hatta Türkiye’nin başka kentlerindeki taşeron işçilerle de ilişkilerimi sürdürüyorum. Türkiye’de, biz işçilerin yönetiminde olacakları bağımsız bir kitlesel işçi partisi oluşturmak istiyoruz. Türkiye’de böyle bir partiye olan ihtiyacın vazgeçilemez olduğunu düşünüyoruz. Çünkü Türkiye’de bizim sınıf olarak sözümüzü söyleme imkanımız yok.

Türkiye’deki ETUC (Avrupa Sendikalar Konfederasyonu) üyesi konfederasyonlara bağlı sendikalarla ilişkileriniz nasıl?

Türkiye’de soldan sağa bütün sendikal konfederasyonlar ETUC’a bağlı. Bütün bu sendikalarla şaşırtıcı ilişkilerimiz oldu. Ama bizim açımızdan en şok edici olan kendilerini “Solda” tanımlayanlarla ilişkimizdi (çünkü sağ sendikalar zaten korporatist bir anlayışa sahip olduklarından, taşeron işçilerin mücadelesiyle hiç ilgilenmiyorlar, sendikalarına sadece hükümet partisine yakın işçileri dahil ediyorlar ya da almak istedikleri işçileri Erdoğan’ın partisi AKP’nin çalışmalarına katılmaya zorluyorlardı).

İşten çıkartmalara karşı gerçekleştirdiğimiz eylemlerde basit bir megafonla işçilere hitap etmeye kalktığımda, bana, “Dur! Provokasyon yapma! OHAL var. Biz burada İdare ile diyalog için varız, tavizsiz bir mücadele yürütmüyoruz. İşçilere senin değil sendikanın hitap etmesi gerekir” dediler. İşte bu tip sendikacılara hiç güven duymuyoruz. Biz, arkadaşlarımıza özgürce hitap edeceğimiz buna yasak getirmeyecek kendi sendikamızı ve kendi bağımsız partimizi istiyoruz.

Neden Türkiye’deki kadın/erkek kardeşlerini Mumbai’de temsil etmek istiyorsun?

Hindistanlı işçi militanların savaşa, sömürüye ve güvencesiz eğreti çalışmaya karşı bir uluslararası konferans çağrısını gördüğümde kendi kendime şöyle dedim: ” Başka ülkelerden kadın/erkek kardeşlerimle tanışmak için mutlaka oraya gitmeliyim. Onlara kendi deneyimlerimi aktarmalı, onların deneyimlerini öğrenmeliyim. “Türkiye’de Savaşı, Sömürüyü, Taşeron çalışmayı bir arada yaşıyoruz. Bu üç kötülük dünyanın her yerinde var. Bunlara karşı birlikte mücadele etmeliyiz. Bu yüzden Hindistan’da, Mumbai’de olacağım.

Savaşa, Sömürüye ve Güvencesiz Çalışmaya karşı Mumbai’de (Hindistan) yapılacak bir Dünya Konferansı için çağrı

 

Sevgili yoldaşlar,

Bu yıl 2 Eylül’de Hindistan’da emekçi kitlelerin mücadele iradesini gösteren 150 milyon kişinin – örgütlü olunan sanayideki, örgütlü olunmayan işkollarındaki ve tarımdaki işçilerin- katıldığı başka bir genel greve tanıklık ettik.  

Bu grev 1991’de başlayan, en düşük aylık ücretin 15.000 Rs (250 dolar) olması, sağlık sigortası, emeklilik ve benzeri talepleri olan; sözleşmeli çalışma sistemine, özelleştirmeye ve iş kanununda kapitalistlerin lehine değişikliklere karşı olan genel grevlerin devamıydı.

Amerikalı işçiler saatlik ücretin 15 dolar olmasını talep ediyorlar. ABD ve Avrupa’daki işçiler iş kanunlarının geriletilmesine ve kemer sıkma adına sosyal güvenlikteki kısıtlamalara karşı çıkıyor. Sömürenlerin küresel gündemi, ilerleme ve yapısal uyum adına 85 kişinin dünya zenginliğinden, çokuluslu ortaklıkların elindeki üretim ve kapitalin üçte birinden yararlanmasıyla sonuçlanan akıl almaz bir eşitsizlik ortaya çıkardı.

Hindistan’dan bazılarımız İşçiler ve Halkların Uluslararası Bağlantı Komitesi’nin (ILC) Barselona, Paris, San Francisco, Madrid ve Berlin’de düzenlediği Açık Dünya Konferanslarına katılma fırsatına sahip olduk. ILC’nin de içinde yer aldığı “Savaşa ve Sömürüye karşı” gündemli son konferans 2010’da Cezayir’de gerçekleşti. Bu konferanslar işçileri bir araya getiriyor, deneyim alışverişleri yeni bir canlılık ve ilham sağlıyor. Bu konferansların amaçlarından biri de uluslararası işçi hareketinin, işçi sınıfının bütün politik eğilimlerini kucaklayan Uluslararası İşçi Birliği I. Enternasyonal çizgisinde inşası için çabalamak.  

Yaşanan olaylar, Cezayir’de yapılan Açık Dünya Konferansı’nın ortaya koyduğu “Savaş ve Sömürü” gündeminin her zamankinden çok daha fazla yerinde olduğunu bizlere kanıtladı. Emperyalist askeri şiddetin katmerlenmesi Orta Doğu’da, Afrika’da ve Asya’daki halkların trajedisine yol açtı. Aynı zamanda, Avrupa Birliği’nin kanlı politikaları Yunanistan’daki krizi ortaya çıkardı. Bütün kıtalar –Suriye’de, Brezilya’da, Ukrayna’da, Çin’de neler olduğuna bir bakın- bir dünya krizine sürüklendi.

all-india-general-strike-2nd-september-2016

Hükümetin işçi sınıfı düşmanı korporatist politikalarına karşı genel grev çağrısı

  • Savaş ve yıkım bütün dünyada sürüyor. Gerçek şu ki üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet sistemi insanlığı barbarlık felaketine doğru sürüklüyor.
  • 25 yıl önce bizler birinci Irak savaşının arifesindeydik. O günden bugüne savaş hiç son bulmadı.

11 Eylül 2001’den sonra emperyalist politikalar bütün halklara karşı saldırıda bir adım daha ileri gitti; 11 Eylül sonrasında bunun Amerikan Başkanı Bush “askeri olduğu kadar ekonomik, sosyal ve politik anlamda bütünlüklü bir savaş” olacağını ilan ediyordu.

  • 25 yıl önce Sovyetler Birliği rejimi çöktü –Dünya Konferansı çağrısının imzacılarının tabii ki bu durumun sebepleriyle ilgili çeşitli analizleri vardır. Yöneten sınıfın yanı sıra işçileri savunduğunu iddia eden birçok önderlik tarafından da kapitalist sistemin ve üretim araçlarının özel mülkiyetinin “aşılamaz bir ufuk” halini aldığını ve “tarihin sonuna” ulaştığımızı; işçi örgütlerinin biricik görevinin NGO’laşmak, sisteme “insani bir yüz” edindirebilmek için ona entegre olmak olduğunu söyleyen konuşmalar duyduk.

Kapitalist barbarlığa karşı “hiçbir alternatif gelecek” olmadığı gerekçesiyle, işçiler tarafından kendi çıkarlarını savunmak amaçlı inşa edilen örgütler, 150 yıllık demokratik ve işçi kazanımlarını parçalayan yapısal düzenleme planları ve karşı-reformlarda görev almak için her yerde göreve çağrıldı.

  • Fakat olaylar 25 yıllık “tarihin sonu” iddialarını boşa çıkardı. Olaylar, sınıf mücadelesinin tarihin yürütücü dişlisi olmaya devam ettiğini gösterdi.

Sınıf mücadelesi, işçilerin kendilerini bir sınıf olarak bir araya getiren şeyleri; kazanımlarını ve işçi sınıfının en temel örgütü olan sendikalardan başlayarak örgütlerini savunmayı gerektirir. Sömürünün ihtiyacı, her yerde – rekabet adına – emek maliyetlerinin düşürülmesini zorunlu kılıyor. Diğer bir deyişle, toplu sözleşmelerin ve kolektif hakların temeli; güvencesiz işler, sözleşmeli çalışma ve iş hukukunun yıkımının yaygınlaştırılmasıyla tehdit ediliyor.

  • Son on yıldır ILC konferansları ve diğer inisiyatifler üzerinden uluslararası düzlemde birlikte mücadele edenler olarak, bir kez daha savaşa karşı barış için mücadele etmenin işçi hareketinin görevi olduğunu iddia ediyoruz.
  • 2015 yılı biterken ve Filistin halkı işgal ve baskıya maruz kalmaya devam ederken savaş dünyada, Libya’da, Irak’ta, işgal altındaki Afganistan’da, Suriye’de hâkimiyetini genişletiyor. Binlerce insan anayurtlarını terk etmeye zorlanıyor ve başka ülkelerde en kötü koşullarda göçmen haline geliyorlar.

Afrika genelinde ve bütün dünyada savaşlar ülkeleri parçalıyor. Savaş artık sivillerin zarar gördüğü bombalı saldırılarla emperyalist ülkelerin kendilerinin karşısına çıkıyor.

Bütün ülkelerde acımasız saldırılar kuralsız çalışmayı başlattı, işçi sınıfını kolektif haklarından yoksun bıraktı. İşsiz sayısı durmaksızın yükseliyor.  

  • Halklar bu saldırılara karşı ayağa kalkıyor:

– Yunanistan’da ve Avrupa’nın tamamında işçi kitleleri seferberlik halinde, Hindistan’da tarihsel büyüklükte genel grevler, Güney Afrika’da madenci ve gençlerin kitlesel seferberliği, Çin’de işçi grevleri…

– Her yerde gündemdeki mesele, sömürüye karşı savaşın bir ihtiyacı olarak işçi sınıfının örgütlerinin bağımsızlığı için mücadeledir.

– Savaşa karşı barış için ve ulusların savunulması için mücadele her zamankinden daha fazla işçi sınıfının elinde.

Yükselen barbarlık karşısında, işçi sınıfının tarihsel rol üstlenme ve gençlere, köylülere ve baskı altındaki halka liderlik etme görevi her zamankinden daha fazladır. Bu amaçla, gerek uluslararası gerekse ulusal düzeyde sınıfının devletlerden, yönetici sınıftan ve uluslararası kapitalist kurumlardan bağımsızlığını savunmak zorundadır.

Genel anlamda emeğe yönelik saldırı, sendikaların ve sendikal hakların marjinalleştirilmesi, büyüyen işsizlik ve güvencesiz çalıştırma, emek yanlısı yasaların yok edilmesi dünya çapında işçileri bir yanıt vermeye çağırıyor. Yakın zamanda Hindistan, emek maliyetinin düşürülmesi deneyinde ve sömürünün şiddetlendirilmesinde bir laboratuvar haline geldi.

Savaşa, Sömürüye ve Güvencesiz Çalıştırmaya karşı bir Uluslararası Konferansın Hindistan’da yapılmasının gerekliliğini fazlasıyla hissetmemizin nedeni bu. Böyle bir konferans işçi sınıfının gelişen uluslararası dayanışmasında, Hindistanlı kitlelerin mücadelesine muazzam bir ivme kazandıracaktır.

Konferans hazırlığında, bu göreve aday herkesin içinde olacağı bir hazırlık komitesi kurulması elzemdir.   

Konferans tarihine ilişkin son karar, çağrımızın ulaştığı sendikalardan ve işçi militanlarından, işçi sınıfının politik örgütlerinden ve dünya çapında ilgili bireylerden gelecek imzalara bağlı olarak alınacaktır.  

Sizleri çağrımızı imzalamaya ve aynı zamanda her nerde olursa olsun sendikal hareketteki arkadaşlarınızdan konferans için destek almaya ısrarla davet ediyoruz.

En iyi dileklerimizle,

 

Vasudevan/Franklyn D’Souza

Ortak Çağrıcılar, Dayanışma Komitesi Sendikası (TUSC)

Mumbai

 

A. Patil

Başkan-Sarva Shramik Sangh

Başkan-Yeni Sendika İnisiyatifi-Maharashtra State

Mumbai

 

Milind Ranade

Genel Sekreter-Kachra Vahatuk Shramik Sangh (KVSS)

Mumbai

 

Deepti Gopinath

Genel Sekreter- Hindistan Havayolu İşçileri Sendikası

Mumbai