Elbette ADALET!

Sonuna kadar ADALET!

Ama bu çok haklı talep mantıki sonucuna varmalı

CHP’nin başlattığı “Adalet” yürüyüşü çok haklı ve sonuna kadar desteklenmeli. “Ama şu destekliyormuş, bu destekliyormuş” tartışmasının hiçbir önemi olmadığı gibi, “şu desteklemiyormuş, bu desteklemiyormuş”un da bir önemi yok. 2013 Haziran İsyanı’ndan bu yana önemli de olsa birkaç istisnai işçi sınıfı hareketi (metal ve cam işçilerinin eylemleri) dışında üzerine ölü toprağı serpilmiş gibi duran bu ülkede “pekiştirilmiş bir 12 Eylül rejimine” karşı sokağın harekete geçmesine yol açan bir eylem nasıl olur da desteklenmez? Bakın daha şimdiden Erdoğan-Bahçeli kliği ve onların hempaları nasıl da küplere bindiler? Yandaş TV’ler ve yazılı basın organları nasıl da canhıraş bir saldırı kampanyası yürütüyorlar. Kuyruklarına basılmış olmanın acısını çıkartmak isteyen bir ruh hali içindeler. Ve tabii iktidar bloğundaki çatlama belirtileri de işin cabası. Bir kere daha kanıtlanmış oldu ki; özellikle 16 Nisan şikeli plebisitinin sonucuyla birlikte artık hiçbir önemi kalmamış olan parlamentoda oturup hiç kimsenin duymayacağı “kendi sesini beğenen konuşmalar” yapma yerine sokağa çıkıp bir adım bile atmak ülkenin içine girdiği karanlıktan kurtulma yolunda çok daha anlamlı bir harekettir.

Mevcut iktidar kliği her şeyden önce işçi sınıfı (genel olarak işçiler değil, örgütlü işçiler, çünkü sadece örgütlü işçiler işçi sınıfıdır) düşmanı olduğunu başta yasakladığı bütün grevlerle ve işten atmalarla herkese göstermiştir. İflah olmaz bir laik ve seküler hayat tarzı düşmanı olduğunu yürüttüğü akıl almaz mezhepçi politikalarla ispatlamıştır (“henüz toplum üzerinde kültürel hakimiyetimizi tesis edemedik” yakınması bunun itirafıdır). Kendisine yakın durmayan bütün Kürtlere düşman olduğunu da HDP’nin Eş Başkanları dahil olmak üzere birçok milletvekilini ve sayısız Belediye Başkanını hapse atarak göstermiştir. İktidar kliği kendisine biat etmeyen bütün kadınlara olduğu gibi başı dik ve özgür davranan bütün gençlere de düşman olduğunu zaten her fırsatta dile getiriyor. Kendisini eleştiren bütün yazarçizerleri ve aydınları ya hapse tıkarak ya da işten atarak baş düşmanlar kategorisine yerleştirmekte hiçbir beis görmüyor. Plebisit sonucu kabul ettirdiği anayasal değişiklerle demokrasinin kırıntılarını bile tereddütsüz yok etmekte hiçbir sakınca görmüyor. Sonuç olarak, iktidar kliği esasen demokrasiye düşman olduğunu bütün tasarruflarıyla dile getiriyor.

ADALET halkın ekmeğidir! İşçilerin geleceğidir! (DİSK pankartı)

İşte bütün bu gelişmeler karşısında tabii ki ADALET talebi başa alınmak zorundadır. Ama ADALET talebinin içi derhal doldurulmalıdır: OHAL sürdükçe ADALET mümkün değildir! ADALET’i engelleyen temel müessese OHAL rejimidir. Derhal kaldırılmalıdır! İstanbul Maltepe’ye kadar sürdürüleceği ifade edilen yürüyüş genel soyut bir ADALET talebiyle yol alamaz, fiilen uygulanan somut bir ADALET talebini dile getirmelidir. Milyonlar ADALET için sokağa çıkıyorlarsa, OHAL’in kaldırılmasını görmek için çıkıyorlar. Grevleri yasaklanan ve işten atılan işçiler için, yıllardır kadro yalanlarıyla kandırılıp güvencesiz çalıştırılan taşeron işçiler için ADALET, OHAL’in kaldırılmasıdır; cezasız kalan iş kazaları ve iş cinayetleri söz konusu olduğunda ADALET, OHAL’in kaldırılmasıdır. Hapse atılan ya da işlerine son verilen kamu çalışanları için ADALET, OHAL’in kaldırılmasıdır. Hapse atılan milletvekilleri ya da Belediye Başkanları için ADALET, OHAL’in kaldırılmasıdır. Hapse atılan ya da işten çıkartılan gazeteciler için ADALET, OHAL’in kaldırılmasıdır. Kısacası OHAL varsa ADALET yoktur! İktidar kliği 19 Temmuz’da OHAL’i üç ay daha uzatmak isteyecektir. Sokağa dökülen milyonlar OHAL’in kalkmadığını gördüklerinde eylemlerine yeniden ve yeniden başlayacaklarını haykıracaklardır. Artık bu yürüyüşten geri dönüş yoktur. Ya ADALET, ya ADALET!

Herkes için ADALET, herkes için DEMOKRASİ! (KESK pankartı)

Ama bununla bitmez; ADALET talebi bir başladı mı sonu gelmeyecektir. 12 Eylül 1980 rejiminin 16 Nisan şaibeli plebisitiyle katmerlenerek aldığı yeni ve daha gelişkin baskı biçimi, ADALET’in önündeki en büyük engel haline gelmiştir. Artık Türkiye’de böyle bir Yüksek Seçim Kurulu ile adil bir seçim yapılamaz. Yapılabileceğini iddia edenler ya kendilerini ya halkı ya da her ikisini birden kandırmış olurlar. Yürüyen milyonlar burada durmayacaklardır. Yürüyen milyonlar iktidarını kaybetmiş olan bir parlamentonun yerini alacak bir meclisin demokratik seçiminin yolunu açacaklardır. Demokrasi, tek kelimeyle halkın egemenliğidir. Yüzde 10 barajının yeni Başkanlık rejimiyle yüzde 50’ye çekilmesi demokrasiye tamamen son verilmesi demektir. Zaten ADALET yoksa DEMOKRASİ de yoktur. Mevcut Başkanlık sistemi Türkiye’deki bütün siyasi partilerin sonu anlamına geliyor. Önümüzdeki dönemde gerçek bir parlamento olmayacağı gibi, gerçek siyasi partiler de olmayacaktır. Zaten iktidar kliği kendi partileri de dahil olmak üzere hiçbir partinin varlığını istemediklerini kanıtladılar. Devlet Bahçeli kendi partisini bitirdi, Tayyip Erdoğan dizginleri tamamen ele alabilmek için mecburen AKP’nin başına geçti. Her ikisi de zaten siyasi partiler rejimi istemiyorlar. Çünkü son tahlilde siyasi parti bir tehlikedir! DEMOKRASİnin olabilmesi için bu ucube Başkanlık rejiminden vazgeçilmesi ve nispi temsile dayalı EGEMEN bir KURUCU MECLİS seçimine gidilmesi gerekir. Bu KURUCU MECLİS seçimi barajsız olmalı, katılan her örgüte eşit propaganda hakkı tanınmalı, herkes aldığı oy oranında bu mecliste temsil edilmelidir. Eşit ve özgür bir seçimden korkacak bir şey yoktur. Böyle bir Mecliste işçi sınıfının kendi bağımsız siyasi partisiyle (bütün işçi örgütlerinin ve demokratik örgütlerin bir araya gelmesiyle) var olması fazlasıyla mümkündür. Bu burjuva meclisin işçi sınıfı kanadı ancak böyle olabilir. Öte yandan, böyle egemen bir kurucu meclisle birlikte ülkenin bu kadar pahalı ve totaliter despotizme açık bir Başkanlık sistemine ihtiyacı olmadığı derhal ortaya çıkacaktır. Ülkenin kaderini tamamen kendi eline alacak olan EGEMEN KURUCU MECLİS’in Başkanı Cumhuriyeti sembolik olarak temsil edebilir.

Sonuç olarak, ADALET talebi pandoranın kutusudur, bir açıldı mı pir açılacaktır. Yeter ki içi layığıyla doldurulabilsin ve kitle hareketinin bu talebin içinin nasıl doldurulabileceğine aklı yatsın. ADALET talebi, ancak ezilen ve sömürülenlerin kendilerini temsil edebileceği EGEMEN bir KURUCU MECLİS talebine uzanırsa sahici olacaktır. Biz İKP olarak, ADALET ve DEMOKRASİ mücadelesinde başta irili ufaklı tüm işçi sınıfı örgütlerini birleşik bir cephede omuz omuza mücadele etmeye çağırıyoruz. (1 Temmuz 2017)

İşçi Kardeşliği Partisi (İKP)
Merkez Yürütme Kurulu

Mevcut durumda İKP ne öneriyor?

 

  • 16 Nisan referandumu ya da daha doğru ifadeyle plebisiti (baskı rejimlerinin referandum gibi halkın görüşüne danışması değil, halka kendi niyetini dayatması demektir) şaibeli değildir. Onun da ötesinde 12 Eylül 1980 rejimine, onun açtığı yolu kullanarak rahmet okutacak bir karşı-devrim girişimidir. Bu girişim eğer muhalif kesim önderlikleri tarafından – ki bunlar ağırlıklı olarak burjuva/küçük burjuva karakterlidir- çok kararlı bir biçimde reddedilmezse önümüzdeki kısa vadede benzer plebisitler aracılığıyla her konuda alaturka faşizme yürüyüş yolunun taşları döşenecektir. Artık plebisitler yoluyla cumhuriyetin de, laikliğin de ve tabii zaten 12 Eylül 1980’den itibaren deli gömleğine sokulmuş bulunan “demokrasi”nin de oylanması mümkün olacaktır. Artık idam yasağı da, kadın hakları da, işçi hakları da daha 2019 öncesinde oylanabilecektir.
  • 16 Nisan plebisiti sadece propaganda imkanlarının eşitsiz olarak kullanımı değildir. Bunun çok ötesinde sandık kurullarına ordu ve polis güçlerinin yanı sıra paramiliter güçlerle müdahalede bulunulmuş olmasıdır. MHP ve BBP önderlikleri ve Erdoğan’ın teşekkür ettiği HÜDA-PAR bu misyonlarını hakkıyla yerine getirmişler ve yüzde 55 dolayında ‘HAYIR’ oyunu tam da sınır olan yüzde 49’a indirmişlerdir. Muhalefetin suçlaması gereken kurum YSK değildir. İşi dolandırmaya gerek yok. Suçlu olan Erdoğan/Bahçeli kliğidir. YSK artık aynen Anayasa Mahkemesi gibi kapıkulu kurumu haline gelmiştir.
  • Mevcut meclis bu karşı-devrimci referandum kararını 340 oyla, yani 550 milletvekili üzerinden yüzde 60 üzeri oyla almıştır.  Sonuç, en olumsuz koşullarda bile halkın, meclisin kararını kahir ekseriyetle reddettiği anlamına gelmektedir. Bu meclis yenilgisini kabul edip derhal kendini fesh etmelidir.  Dolayısıyla CHP’li, EşBaşkanları ve sayısız milletvekilleri hapiste olan HDP’li ve kararlılıkla ‘HAYIR’ kampanyası yürütmüş olan MHP’li milletvekileri sine-i millete dönmelidirler. Bugünkünden bile daha anti-demokratik koşullar altında cereyan edeceği aşikar olan 2019 seçimlerini bir çare olarak görmek halkı aldatmaktan başka bir anlam taşımaz. Bilinmelidir ki, iktidarını hiçbir koşul altında teslim etmemeye kararlı olan klik seçimlerde ezilse bile yerinde durmanın yollarını arayacaktır.
  • Bazı AKP sözcüleri “Gezi günlerinde değiliz, o günlerdeki gibi sokakları teroristlere teslim etmeyeceğiz, artık polisin yanı sıra halkı da silahlandırdık” diyorlar. Bu da alaturka faşizme yürüyüşün açık bir itirafıdır. “Asker polis yetmezse, paramiliter eşkiyayla vururuz” demek istiyorlar. Ayrıca her kim ki “Gezi olaylarında teroristler vardı” diyorsa, namerttir ve kendi işleyeceği suçları kamufle etmeye çalışıyordur.  Gezi olaylarında protestocuların bırakın ateşli silahı, çakı bile bulundurmadığını herkes biliyor, ama göstericiler hükümetin ve onların yalakalarının ateşli/ateşsiz silahlarıyla katledilmişlerdir.
  • Olayların gelişimi plebisit sırasında ve sonrasında cumhuriyet ve laiklik değerlerini kararlılıkla savunmuş olan ve savunmaya devam eden halkın önünde çok büyük bir fırsatın açılmış olduğunu gösteriyor. Herşey halkın muhalefetini yürütme konusundaki siyasal önderliklerin alacakları tavra bağlıdır. Eğer bu önderlikler olayların gerektiği cesarette davranamaz ve zaten olmayan bir hukuki süreçle vakit geçirme yolunu seçerlerse, yani “hele bir Anayasa Mahkemesine gidelim oradan da Avrupa İnsan Halkları Mahkemesinin yolunu tutarız, aman şimdi kimse sokağa çıkmasın” anlayışında olurlarsa dava başından kaybedilmiş demektir.  Anayasa Mahkemesinin durumunu yukarıda ifade ettik. Avrupa Mahkemeleriyse, önce kendi ülkelerindeki durumlara baksınlar, Fransa’da süregiden ve Erdoğan’ın burada ekmeğine yağ süren OHAL uygulamasına laf etsinler, Ukrayna’daki rezalete laf etsinler, İsrail’in uyguladığı zulme laf etsinler!
Türkiye halkının önünde açılmış olan fırsat Türkiye demokrasisini Avrupa demokrasilerinden daha ileri noktalara taşıma imkanı sunuyor. Muhalefet bunun bilinciyle hareket etmelidir.

 

  • Gün, Türkiye’de engin bir siyasal demokrasi talebiyle hareket etme günüdür. Bu bir sokak eylemi günüdür, şiddet yolunu seçme günü de değildir. Şiddeti seçeceklerini söyleyenler iktidar kliğinin sözcüleridir. Başta CHP önderliği olmak üzere muhalefet, meclisten çekilmeli ve sokak mücadelesinden geri adım atmamalıdır. Şu anda halk siyasal partilerden daha cesur adımlar bekliyor ve bu talebi devam edecek.
Ama halka da bu mücadele yürütülürken somut talepler götürnek gerekir. Bugünün Türkiyesinde mevcut meclisin yerini alacak egemen bir Kurucu Meclis talebiyle hareket edilmediği takdirde hiçbir şey yapılmamış olacak, olayların akışına teslim olunacak demektir.

 

  • Egemen bir Kurucu Meclis; her siyasi yapıya eşit propaganda imkanının sunulduğu, hiçbir seçim barajının olmadığı, üyelerinin kendilerini seçenler tarafından geri çağırılabildiği genel oyla seçilmiş bir meclis demektir. Böyle bir seçime siyasi partilerin dışında kesimlerin, yani sendikaların ve diğer kitle örgütlerinin de katılımı mümkün olmalıdır. Onlar da kendi adaylarını gösterip propagandalarını yapabilmeliler. Nispi temsil usuluyle gerçekleşecek böyle bir seçimde herkesin bu mecliste aldığı oy oranına göre temsili mümkün olacaktır. Bakalım bu koşullarda bir seçim yapıldığında nasıl bir tabloyla karşılaşacağız? Bugünkünden inanılmaz ölçüde daha demokratik bir sonuç çıkacağı kesindir. Kurucu Meclisin Başkanı lüzumsuz bir israf mekanizması haline gelmiş bulunan cumhurbaşkanlığının yerini almalı ve devleti temsil etmelidir. İçine girdiğimiz dönemde mevcut kitle hareketi bu talepler etrafında harekete geçirilmeli, bunun için her yerde Kurucu Meclis Komiteleri oluşturulmalıdır. Ülkedeki iç barışı sağlamanın yanı sıra bölgedeki barışı tesis etmek için de Türkiye’nin dış ülkelere karşı maceracı askeri girişimlere başvurmasını yasaklayacak bir meclis olacaktır bu.
  • Bu egemen kurucu meclis seçimine giden yolda bir dizi yasanın değiştirilmesi öne çıkartılmalı, tutuklu bütün milletvekilleri, belediye başkanları, gazeteciler, sendikacılar derhal serbest bırakılmalı ve özgür bir seçim kampanyası yürütmenin imkanlarına kavuşmalıdırlar. İşçi Kardeşliği Partisi olarak öne sürdüğümüz bu siyasal hat kesinlikle afaki olmayıp barışçıl bir kitle hareketinin de yolunun açılmasına imkan verecek tek hattır. Önerimiz budur. Haydi tartışmaya!

İşçi Kardeşliği Partisi (İKP)

Merkez Yürütme Kurulu

(22 Nisan 2017)

Referandumda “HAYIR”! Ya sonra?

Seçeneksiz değiliz!

Alaturka faşizme geçişi durdurmak için “HAYIR”ın kazanması sonrasında net bir önerimiz olmalı:

Laik bir Cumhuriyet için “HAYIR”ı, Egemen bir “Kurucu Meclise EVET”e Çevirmek 

Alaturka faşizme geçişin yolunu kesmek için Erdoğan-Bahçeli ikilisinin düzenlettiği referandumda öncelikle “HAYIR” oyu kullanmak bir zorunluluk.  Geçişi önlemek için yeterli mi? Kesinlikle değil, ama şu evrede atılması gereken ilk adım bu. Kuşkusuz Türkiye siyasi tarihinde bir ilk olan genel seçimleri üç ay içinde yenileme (7 Haziran – 1 Kasım 2015 seçimleri) dayatması artık kolaylıkla tekrarlanabilir: “Hayır” ile sonuçlanacak bir Başkanlık sistemi referandumu kolaylıkla kısa bir süre sonra bir yarı Başkanlık referandumuna çevrilebilir, “Evet”i elde edene kadar, yani bıktırana kadar referandum… Bunu önlemenin yolu, “Hayır”ın kazanması durumunda kitlelere ne önerileceğinin öncesinden berrak bir biçimde belirlenmesinden geçiyor. Ancak bu yapılabilirse,  “Hayır” sonucunun karşı kampta yaratacağı moral bozukluğu alaturka faşizme geçişin yeni adımlarının atılmasını geciktirebilir. Bunun ötesinde, zaten “Hayır”ın kazanabilmesinin önkoşullarından en önemlisi de kaos, terör ve ekonomik krizle korkutulan kitlelerin “Hayır” kazandığında bir seçenekleri olduğunu bilmeleri, yani “Hayır” sonrası için net bir öneri duymalarıdır.

2013 İsyanı döneminde değiliz, bunu unutmamalıyız!

2013 yılının Mayıs-Haziran aylarında ülkeyi bir uçtan bir uca saran isyan dalgası günlerinde değiliz. Tam tersine kitle hareketinde ciddi bir gerileme var. Bugün 2013 yılının son derece zayıflamış işçi sendikalarını bile arar durumdayız (O günlerdeki Hava-İş ve Petrol-İş bugün yoklar), işçi sınıfının mücadelesini destekleyen siyasal yapılar o güne göre bile ya yerlerinde sayıyorlar ya da politik olarak daha gerilemiş durumdalar. Dolayısıyla aynı 2010 referandumunda olduğu gibi “Hayır” oylarının kazanması için mücadele mutlak bir gereklilik. Toplumsal mücadelelerde öyle anlar vardır ki bunlar, basit gibi gözüken bir oy kullanma eylemini olası bir kitle hareketinin taşıyıcıları haline getirebilir.  İşte şimdi böyle bir durumla yüz yüzeyiz. Yıllar içinde gerçekleştirilen çok sayıda düzeltmeye rağmen en çok gerici kimi Batı Avrupa anayasaları kadar “demokratik” olan ama gene de parlamenter rejime dayalı mevcut anayasayı, Başkanlık anayasasına karşı savunmak, alaturka faşizme geçişin yolunu bir miktar tıkamak anlamına geliyor.

Başkanlık sisteminin hedefi ne?

Kimilerine göre referanduma sunulacak yeni anayasal rejimin hedefi iki partili bir sistem, yani Kenan Evren’in arzuladığı ve hayata geçmesini istediği ABD’deki gibi bir oyun. İşte bazılarının anlamadıkları da bu: Burası ABD değil Türkiye! Dünya kapitalist sisteminin en tepesindeki emperyalist ülke değil, o emperyalist sistemin emrindeki bağımlı bir ülke. Burada gerçekleştirilmek istenen iki partili sistem değil, partisiz bir sistem. Mevcut Başkanlık anayasası partileri tümden ortadan kaldıran bir sistem dayatıyor. Aslında Erdoğan ve Bahçeli kendi partilerine dahi güvenmedikleri için, onların dahi Cemaat (emperyalizmin dünya çapında faaliyet gösteren ve Türkiye’de de bu ülkenin toplumsal formasyonuna uyarlanmış seksiyonu) tarafından ele geçirilebildiğini ya da geçirileceğini gördüklerinden böyle bir sistemde anlaştılar.

Erdoğan-Bahçeli rejiminin alternatifi kim?

Bu ikilinin iktidarının alternatifi bugünkü Mecliste temsil edilen siyasal partiler değil. Maalesef parlamento dışında yer alan sol siyasal partiler ve yapılar hiç değil. En güçlü alternatif, ABD yönetiminin bir kanadı ve AB siyasal zirvelerinin hemen tümü tarafından (unutmayalım 15 Temmuz darbe girişimini Avrupa’da Norveç Hükümeti dışındakiler darbenin başarısız olduğundan emin olduklarında ve günler sonra kınadı!) açıkça desteklenmiş olan Cemaat örgütlenmesidir. TSK, Emniyet, Yargı ve Eğitimde örgütlü olan, bütün tasfiyelere rağmen gene de sadece odur. Çünkü emperyalizmin doğrudan uzantısıdır ve emperyalizmle dalaşmak istemeyen iktidar odakları da onun örgütlülüklerine karşı yeterli mücadeleyi sürdüremeyip, onunla uzlaşma arayışlarına girişmiş bulunuyorlar.  Şu ana kadar çok sayıda Cemaat mensubu, sempatizanı ya da uzak sempatizanı hapse atılmış olsa da, örgütlenmenin gerçek liderleri yurt dışına kaçırıldılar. Emperyalizmle işbirliği içinde siyasal hayatına başlayarak hükümet edilmiş olan AKP’nin emperyalizme, dolayısıyla Cemaate karşı tutarlı bir mücadele yürütmesini beklemek hayaldir. O zaman da Erdoğan-Bahçeli rejiminin alternatifi hâlâ Cemaat örgütlenmesidir.

Gerçek halk alternatifi nasıl ortaya çıkar?

Gene kimilerinin iddia ettiği gibi referandumda “Hayır” seçeneğinin başarılı olabilmesi için laikliğin savunulmasının arka plana atılması doğru değildir. Laikliği, demokrasiyi ve cumhuriyeti savunmak “Hayır” kanadının kazanması için olmazsa olmaz koşullardır. Laikliği, cumhuriyeti ve demokrasiyi savunmayanların oylarını alabilmek için taktikler üretmeye gerek yok. Onlara söylenecek tek söz şudur: “Başkanlık sisteminin yerleşmesiyle birlikte kendi partinizin siyaset sahnesinden silinmesini mi istiyorsunuz?”  Onlar bunu çok daha iyi anlarlar. “Hayır” savunucuları laik diye, kendi partilerinin kapatılmasına göz yumamazlar. Kaldı ki, onlar için dahi ulusal egemenlik meselesi gene de her şeyden önemli olmalı. Egemen bir meclise sahip laik bir cumhuriyette ibadetini yerine getirmek, şeriatla idare edilen Suudi Arabistan gibi emperyalizm uşağı bir memlekette ibadetini yerine getirmekten evladır.

İşte önü kesilmezse alaturka faşizme giden bu süreçte, emperyalizmin alternatif diye “sunacağı” (aslında dayatacağı) seçeneğin tehlikesinin farkında olarak, bu koşullar altında gerçek halk alternatifinin yaratılması için referandumdan “Hayır” çıkmasının hemen ardından egemen bir Kurucu Meclis seçimi çağrısı yapılmalıdır. Bu seçimlerde gerçek bir nispi temsil usulüne dönülmeli, seçim barajı kaldırılmalı, herkese eşit propaganda hakkı tanınmalı, iktidar partisinin herkesten fazla propaganda yapma hakkı elinden alınmalı, bu yasağa uymayan TV kanalları derhal kapatılmalı, var olan bütün siyasi partilerin seçimlere katılması sağlanmalı, dilerlerse dernekler ve sendikalar da kendi adaylarıyla seçimlere katılabilmeli, herkes aldığı oy oranında bu Mecliste temsil edilmeli, anayasaya göre hâlâ tarafsız olması gereken Cumhurbaşkanı propaganda konuşmaları yapamamalı, halen tutuklu bulunan bütün milletvekilleri derhal serbest bırakılmalı ve Kurucu Meclis seçimlerine özgürce katılabilmelidirler. Siyasal demokrasi tam anlamıyla yerine gelmelidir. Türkiye’yi içine girdiğimiz bu kaos ortamından çıkaracak tek yol budur.

Dolayısıyla referandumda “Hayır”ın kazanması için İKP olarak gücümüz oranında elimizden gelen bütün çabayı göstereceğimizi herkesin bilmesi gerekir. Yukarıda sıraladığımız egemen Kurucu Meclis önerilerinin kimilerine afaki gibi gelebileceğini düşünmekle birlikte, hem toplumsal hem de sınıfsal mücadelelerin dinamiklerinin “Hayır” oyunun kazanması durumunda nasıl olumlu yönde harekete geçebileceğini ve Gezi İsyanı’ndan sonra üzerine ölü toprağı serpilmiş gibi yaşayan bu ülkenin insanlarının silkeleneceğini görmek için dünya sosyal ve siyasal mücadeleler tarihine kısaca göz atmak bile yeterli olacaktır. Bu yüzden de yaptığımız önerilerin hepsi emperyalizm ve onun işbirlikçilerine karşı yürütülecek ulusal egemenlik mücadelesinin kolaylıkla savunulacak demokratik talepleri haline geleceklerdir. Bu taleplerin referandum sonrasında savunulabilmesi için ülkenin dört bir yanında “Kurucu Meclis Komiteleri”nin kurulması yolunda harekete geçilmesi bir zorunluluktur ve Gezi İsyanı’nda yurdun dört bir yanında yaşanan toplaşmalar hatırlandığında bu çok mümkündür. Kurucu Meclis önerisi toplumsal gerçekliğe uzak bir öneri değildir, aksine kitleleri harekete geçirebilme potansiyeli taşıyan, bugün herkesin dile getirdiği en temel siyasal demokrasi taleplerine sahip çıkan ve uçuk olmayan tek öneridir.   

Asıl işimiz “Hayır” oyunun kazanmasından sonra başlıyor

Son kez yinelersek, önümüzdeki sorun sadece “Hayır” oyunun kazanması değildir, asıl işimiz ondan sonra başlıyor. Asıl sorun “Hayır”ın kazanmasının ardından bu kitlesel karşı çıkışın örgütlenmesi ve bu örgütlenmeye imkan sağlayacak uygun taleplerin yukarıda sıraladığımız şekilde formüle edilmesidir. Bu çağrı, İKP olarak egemen bir Kurucu Meclis mücadelesinin örgütlenmesi için bütün sınıf güçlerine yaptığımız bir çağrıdır. (2 Şubat 2017)

İşçi Kardeşliği Partisi (İKP)

Merkez Yürütme Kurulu

 

Mumbay Dünya Konferansı Türkiye Delegasyonu Konuşmaları-2

Tarık Şafak:

“Bizim hedefimiz emperyalizmden kopuş ve işçilerin, yoksul köylülerin ve bütün ezilenlerin hükümetini kurmaya çalışmaktır.”

Kardeşlerim,

Sizleri Türkiye’den selamlıyorum. Üyesi olduğum İşçi Kardeşliği Partisi adına selamlıyorum. Partimiz bugüne kadar kendi içinden ve dışından birçok darbe yiyerek bugünlere geldi. Ama bugün yeniden ayağa kalkmanın eşiğinde. Buna mecbur çünkü Türkiye’de işçi sınıfının bağımsız sesi olabilecek bir sınıf partisi maalesef hala yok. İşçiler birçok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de patron partilerine angaje olmuş durumdalar. İşte bunun bilincinde olan kapitalist sınıflar ve onların siyasi temsilcileri de işçi sınıfının bu zayıflığını görerek istedikleri gibi at koşturuyorlar. Bu konuda o kadar pervasızlar ki, ülkede sözde ılımlı İslam’ın temsilcisi olan bir diktatöre karşı ABD emperyalizminin güdümünde radikal İslamcı bir darbe girişiminde bulunabiliyorlar. Gerçi bu darbe girişimi başarısızlıkla sonuçlandı ama eğer başarılı olsaydı Endonezya’da 1966’da Sukarno’ya karşı gerçekleşen darbe gibi Kürtleri, Alevileri ve sosyalistleri keseceklerdi. Başarısız darbe girişiminin ardındaki Cemaat CIA destekli Endonezya’daki Nakdat-ül Ulema cemaatinin bir benzeridir.

Ancak bu başarısız darbeyi kendi lehine kullanan Erdoğan, şimdilerde ilan ettiği Olağanüstü Hal uygulamasıyla sözde darbecilere karşı savaşma kılıfına sığınarak, Kürt halkının parlamentodaki temsilcisi Kürt milletvekillerini hapse atmakta, sosyalist aydınları tutuklamakta, liberal gazeteleri yasaklamakta, Alevi derneklerine saldırmaktadır. Erdoğan, gözü dönmüş bir şekilde ülke içinde saldırılarını sürdürürken Suriye ve Irak’ta da savaşa girmekte ve bu yoldan ABD emperyalizmiyle pazarlık yapmaktadır.

İşçi Kardeşliği Partisi olarak politikamızı ikili bir zemin üzerinde sürdürmekteyiz. Bir taraftan Erdoğan’ın bir süre sonra alaturka faşizme kadar uzanabilecek olan bonapartist rejimine karşı, bu rejimin bütün mağdurlarını sokakta bir araya getirecek olan eylem komitelerinin oluşturulmasına çağırıyoruz. Öte yandan ülkedeki etnik (Türk/Kürt) ve mezhepsel (Alevi/Sünni) bütün bölünmeleri ancak işçi sınıfının bağımsız örgütlenmesiyle engelleyebileceğimizi bildiğimizden kitlesel bir işçi sınıfı partisinin inşası yolunda hareket ediyoruz. Partimizi bu yolda bir araç olarak işçi sınıfının hizmetine sunmak istiyoruz. Biliyoruz ki, ülkenin parçalanmasını engelleyecek ve millete öncülük edecek tek güç işçi sınıfıdır. Ama işçiler de ancak örgütlü olduklarında bir sınıf oluştururlar. İşçi Kardeşliği Partisi Türkiye’nin emperyalizm tarafından parçalanmasının engellenmesi için egemen bir kurucu meclis çağrısında bulunmaktadır. Herhangi bir seçim barajının olmadığı, her partinin TV’lerde eşit sürelerle propaganda yapabildiği, halk örgütlenmelerine izin verildiği, din ve vicdan özgürlüğü ile ifade özgürlüğünün olduğu, komşu ülkelere askeri müdahale girişimlerini yasaklayacak bir egemen kurucu meclis. Siyasal demokrasinin kök salacağı böyle bir rejimin egemen meclisinde kitlesel bir işçi partisi olarak sınıf çıkarlarımız için sonuna kadar mücadele etmeyi görev biliyoruz. Bizim hedefimiz emperyalizmden kopuş ve işçilerin, yoksul köylülerin ve bütün ezilenlerin hükümetini kurmaya çalışmaktır. İşçi sınıfının nihai kurtuluşunun dünya çapında olacağı bilinciyle hepinizi bu mükemmel toplantının hazırlayıcıları (tertip komitesi) ve katılımcıları olmanızdan dolayı yoldaşça selamlarım. (19 Kasım 2016)

SOKAĞA… SOKAĞA…SOKAĞA…

24 TEMMUZ, PAZAR GÜNÜ TAKSİM’DE ve SONRASINDA HER YERDE

ŞERİATÇI AMERİKANCI CEMAAT DARBESİNE KARŞI GÖSTERİLERE!

 

Artık ABD emperyalizmi tarafından desteklendiği açık olan ve şeriat özlemiyle hareket eden bir askeri darbe girişimi, CİA kontrolündeki Fethullah Gülen cemaati tarafından hayata geçirilmeye çalışılmış ve şimdilik yenilgiye uğramıştır.

Ancak şu açık bir gerçektir ki, bugün TSK Cemaat tarafından bölünmüş durumdadır, Polis teşkilatı aynı cemaat tarafından bölünmüş durumdadır. Devletin bu silahlı kesiminin yanı sıra en önemli sivil ayağı olan Yargı gene aynı Cemaat tarafından tam göbeğinden ikiye bölünmüştür, benzer bir şekilde Milli Eğitim de bölünmüştür. Bu aslında Türkiye Cumhuriyeti’nin tam anlamıyla bölünmüş olduğu anlamına gelir. Ürkütücü bir tablodur ve 15 Temmuz Şeriatçı Amerikancı darbe girişiminin altında yatan esas nedendir.

Bu gerçeklerin yanı sıra, son derece belirgin olan bir husus da, yıllardır bu Cemaatle iç içe yaşamış bulunan AKP hükümetinin gene bu Cemaate karşı mücadelesinde uzun vadede başarı şansının hemen hemen hiç bulunmadığıdır. Çünkü Hükümet kanadı kendi içinde bile kimin Cemaatçi olup olmadığı konusunda net bir fikre sahip değildir. Meczup şahsın liderliğindeki Cemaat yıllar içinde öyle sızma girişimlerinde bulunmuştur ki, devlet şu anda yabancı bir devletin neredeyse işgali altındadır. Bu işgalden kurtulmak nasıl gerçekleşecektir? Hükümet panik halindedir, çünkü CİA destekli Cemaat çeşitli devlet kurumlarına o kadar yoğun giriş yapmıştır ki, bunlar şimdi tasfiye edildiğinde ortada muazzam bir boşluk olacaktır. Tek bir örnek bile durumun vahametini göstermeye yeterlidir: Cemaatçi 600 pilotu geri çektiğinizde Türk Hava Kuvvetlerinin uçaklarını kimler kullanacaktır? Yerine kimleri alacaksınız? Kimseyi alamayacağınıza göre ne olacak? Bu sadece bir kurumdaki durum, diğerleri de farklı değil.

Bütün bu koşullar altında ülkenin dört bir yanını “Hakimiyet Milletindir!” pankartlarıyla donatmak ne anlama geliyor? Ulusal egemenliğin  bu kadar çiğnenmiş olduğu bir yerde bunu ileri sürmek bile ayıptır. Önce bütün kurumları CİA’nın cemaatinden temizleyin ondan sonra hakimiyet-i milliyeden söz edin.

Pekiyi bu durumdan nasıl çıkılacaktır?  Cemaatten canını zor kurtarmış Erdoğan’ın, kendi eliyle devasa bir güç elde etmesine yol açtığı bu Cemaat örgütünden kurtulması ve tarumar ettiği Cumhuriyeti ayağa kaldırması mümkün değildir. Alaturka faşizmin taşlarını döşeyerek ülkeyi bugünlere sürükleyen Erdoğan’ın ne baskıcı OHAL uygulamalarıyla, ne Sedat Pekerci katil sokak çeteleriyle alanları kontrol etmesine; demokrasi, laiklik ve cumhuriyeti savunanları sindirmesine izin verilmemelidir. OHAL hükümetin anlattığı gibi durumu düzeltmenin yolu değil, aksine durumu düzeltebilecek yegane güç olan demokrasi ve emek güçlerinin daha fazla zapturapt altına alınması anlamına geliyor. OHAL derhal sonlandırılmalıdır!

Cemaat güçleri pekala OHALsiz de temizlenebilir, şöyle ki; Parti olarak yıllardır ifade ettiğimiz gibi buradan tek çıkış yolu egemen bir kurucu meclis inşasından geçebilir. Bütün partilerin eşit koşullar altında her türlü propaganda faaliyetlerini özgürce yürütecekleri bir seçim sürecinden çıkacak bir kurucu meclis. Bu seçimlere ancak emperyalist müdahalelere karşı çıkan siyasi partiler ya da grupların katılma hakkı olmalıdır, çünkü ancak buradan egemen bir meclis çıkabilir.

Öte yandan ülkenin sokakları ve caddeleri darbeye karşı sokağa dökülen insanların yanı sıra linççi, demokrasi ve laiklik düşmanı, idam cezası çığırtkanı ne idüğü belirsiz bir güruh tarafından da parselleniyor. Bu ülkenin emekçileri, sosyalistleri ve demokratları ülkenin caddelerini ve meydanlarını bu güruha terk etme lüksüne sahip değildir. Dolayısıyla Pazar gününden itibaren İstanbul Taksim Alanından başlayarak ülkenin bütün meydanları ve caddeleri CİA patentli Gülen cemaatinin darbesini lanetlemek için başta işçi sınıfı olmak üzere emekçi halkımız tarafından doldurulmalıdır. Demokrasi, laiklik ve cumhuriyeti savunan ve emperyalist müdahalelere karşı çıkan tüm güçler acilen oluşturulacak bir birleşik işçi cephesi öncülüğünde bir araya gelmelidir. İşçi Kardeşliği Partisi (İKP) olarak tüm emekçi halkımızı sokağa çıkmaya ve Şeriatçı Amerikancı darbeyi protesto etmek üzere başta ABD konsoloslukları olmak üzere bütün emperyalist ülke konsolosluk ya da temsilcilikleri önünde tepki göstermeye davet ediyoruz.

İŞÇİ KARDEŞLİĞİ PARTİSİ (İKP)

24 Temmuz’da (Pazar) 17.00’de Dolmabahçe’de CEMAAT darbesine hayır! OHAL’e hayır! Çözüm KURUCU MECLİS! pankartı arkasında buluşup Taksim’e yürüyoruz.