Avrupa Konferansı için ÇAĞRI

Maastricht Antlaşması 25 yıl önce imzalandı

Bizler ülkelerimizdeki demokrasi ve işçi hareketlerinin çeşitli akımlarından işçiler, işçi mücadelesi veren insanlarız.

Maastricht Antlaşması’nın kabulünün sonuçları olarak şu gerçekleri tespit etmek zorundayız:

Fransa’da

  • Bize dayatılan “serbest ve çarpıtılmamış rekabet” her alanda kısmi veya tam özelleştirmelere yol açtı: demiryolları (SNCF), enerji (EDF-GDF), posta, telekom, havaalanları, TV kanalı (TF1) ve birçok kamu sanayi işletmesi (Saint Gobain, Matra, Renault, Rhône-Poulenc, Elf Aquitane, Seita, Total, CGM, Péchiney, Usinor-Sacilor, Suez, Bull, Thomson, Aerospatiale, Air France, SNECMA, Safran, EADS); bankalar (Paribas, CCF, Société Générale, Crédit Local de France, BNP, BFCE, Crédit Lyonnias, CIC, CNP) ve büyük sigorta şirketleri, tersaneler, otobanlar vs.
  • “Serbest ve çarpıtılmamış rekabet” prensibinin ve bütçe açığının yurtiçi gelirin yüzde üçünü geçmeme zorunluluğunun sonucu olarak yapılan bir dizi karşı-reform ile sağlık harcamaları (sosyal güvenlik) kısıtlandı; 445 milyar avro prim geliri (işçilerin katkısı) patronlara hibe edildi; yıkıcı karşı-reformlar (Balladur 1993, Juppé 1995, Fillon 2002, Hollande-Ayrault 2013 ve şimdi Macron tarafından duyurusu yapılan) ile emeklilik primi ödeme süresi 37,5’dan 42 yıla yükseltildi.
  • Piyasaya açılma prensibinin sonucu olarak rekabet gücünün arttırılması kapsamında işçi haklarına karşı en korkunç saldırılar yapıldı, bu da güvencesiz çalışmayı arttırdı. El Khomri Yasası ve Macron kararnameleri İş Yasasını tümden yerinden oynattı.
  • Maastricht Antlaşması’nın borç alma limitinin (yurtiçi gelirin yüzde üçü), çeşitli kemer sıkma programlarının ve sorumluluk anlaşmalarının (Bachelot ve Touraine yasalarıyla hayata geçirilen bu anlaşmalar her düzeyde kamu bütçelerini neredeyse çökerttiler) sonucu olarak hastanelerde 16 bin yatak azaltıldı, doğumevlerinin yarısından fazlası kapatıldı ve kamu hizmetlerinde yüz binlerce iş ortadan kaldırıldı.
  • Serbest ve çarpıtılmamış rekabet ve genel kuralsızlaştırma önlemlerinin sonucunda 2000-2015 döneminde sanayide 900 bin iş (dört işten biri) yok edildi. İşsizlik yüzde 10’u geçti, nüfusun yüzde 14’ü bugün yoksulluk sınırının altında yaşıyor (18-25 yaş arasında yüzde 25’i). Birbiri ardında gelen karşı-reformların (başta El Khomri yasası ve Macron kararnameleri) sonucunda güvencesiz işlerin sayısı sürekli artıyor. Kamu hizmetlerinde son on yıl içinde düzenli işlerin sayısı 500 bin azalırken güvencesiz işler 120 bin arttı.

Ve bu sürede kârlar düzenli bir şekilde artmaya devam etti. Fransa’da 2016’da CAC-40 Borsa endeksindeki işletmeler yatırımcılarına yaklaşık 56 milyar avro temettü dağıttı (2015’te bu rakam 43 milyardı). Bu rakam yaklaşık olarak, krizden önceki 2007 rakamına denk geliyor ve 2014’teki bir önceki rekor rakamı geçiyor. CAC-40 işletmelerinin toplam kârı 2016’da 75 milyar avro oldu, yani 2015’ten yüzde 32 daha fazla. 2017’nin ilk yarısında kârlar 42,3 milyar avroya ulaştı ki bu da 2017 için yeni bir rekor demek.

Bu önlemler her siyasetten parti başkanları ve hükümetler tarafından alındı. Hepsi AB’nin istek ve direktiflerine biat etti. Parlamentoda görüşülen yasaların yüzde 90’ı AB direktiflerinin hayata geçirilmesi için.

İtalya’da

  • Maastricht Kriterleri’nin hayata geçirilmesi için ve “dış borcun” düşürülmesi adına her yıl bütçe kesintilerine gidildi. Toplamda 550 milyar avro kesinti yapıldı. Bu kamu hizmetlerinde yüz binlerce işin yok edilmesine, eğitim ve sağlık bütçesinin küçültülmesine, kamu hizmetlerinin yok edilmesine yol açtı. Aynı sırada kapitalistlerin çıkarına çeşitli avantajlar hayata geçirildi, bir çalışmaya göre bunlar yılda 30 milyar avroya denk geliyor.
  • Fransa’da olduğu gibi serbest rekabet kuralları her sektörde özelleştirmeyi getirdi: ENI ve ENEL (Enerji), IRI (demir çelik sanayi, makine, gıda, telekom, otobanlar, tersaneler), demiryolları, posta, tüm belediye hizmetleri (ulaşım, su, okul destekleri…), bankalar… Yüz binlerce kamu işi yok edildi: örneğin 2000’lerin başındaki demiryolu özelleştirmesi tek başına 115 bin işi ortadan kaldırdı.
  • AB’nin ve bütçe kesintilerinin baskısı altında ulusal sağlık sistemi önce bölgeselleştirildi, sonra bir “reform” ile sağlık hizmetinin finansman sistemi ortadan kaldırıldı. Bu “reform” işletmelerden alınan katkıları 1997’den itibaren yılda 2,5 milyar avro azalttı. Bu da çok sayıda hastanenin kapanmasına, binlerce yatağın ve kliniklerin ortadan kaldırılmasına, kliniklerin kapatılmasına yol açtı. Bugün çok sayıda vatandaş, doktor hizmeti veya acil detaylı tetkik için aylarca bekliyor. Bir ameliyat randevusu almak giderek zorlaşıyor. 2016’da 12 milyon hastaya doktor tarafından bakılamadı ve ortalama yaşam beklentisi ilk defa düştü.
  • Eğitimde okullara özerklik yasası ağır sonuçları olan bir dizi “reforma” dönüştü: 150 bin öğretmen kadrosu iptal edildi; ulusal okul programları kaldırıldı veya küçültüldü, bu da eğitimde fırsat eşitliğini özellikle işçi mahallelerinde ciddi anlamda zedeledi. Ulusal diploma derecelerini sorgulanır hale getirdi, eğitim çalışanlarının alım gücünü sınırladı, okullardaki çalışma koşullarını kötüleştirdi. Okullar ayakta kalabilmek için kendilerini özel yollardan finanse etmek durumda kalıyorlar.
  • Esneklik ve rekabet gücü adına ilk eşel mobil sistemi ortadan kaldırıldı (1993). Sonra Treu (1997) ve Biagi (2002) yasalarıyla ve son olarak “Job’s Act” [İşler Yasası – ç.n.] (2015) ile 1971’de kazanılmış iş yasaları (Statuto di Lavatori) yok edildiler. Güvencesiz çalışma ile düzenli işlerin önemli bir kısmı ortadan kaldırıldı. Her sektörde toplu iş sözleşmeleri özellikle gençler için en berbat sömürü koşullarını içeren bireysel sözleşmeler ile değiştirildi. Dahası gençlerde işsizlik oranı yüzde 42’ye ulaştı. Emeklilik sistemi fiilen yok edildi: bir taraftan emeklilik yaşı 67’ye yükseltilirken (gelecek yıllarda 70’e yükseltilecek), öbür taraftan dayanışmaya dayanan emeklilik sistemi sermayeye dayanan emeklilikle değiştirildi. Böylece emeklilik maaşı önceki maaşın sadece yüzde 40, bazen yüzde 35’ine ulaşabilecek. Çoğu durumda 40-45 yıl çalışmadan sonra 500-600 avro emeklilik maaşı alınabilecek (buna da çoğu işçi ulaşamayacak!).
  • Tüm bu önlemlerin sonucunda nüfusun yüzde 7,6’sı mutlak yoksulluk, yüzde 11’i ağır yoksulluk ve yüzde 28,7’si yoksulluk tehdidi altında.

Bunlara ek olarak tam anlamıyla (özellikle tarımda) kölelik koşullarında yaşayan yüz binlerce göçmen geliyor. Bu göçmenler işgücünün değerini düşürmek ve toplu iş sözleşmelerini yok etmek için kullanılıyorlar.

Almanya’da

  • Fransa ve İtalya’da özelleştirmeler, borç limiti ve sanayisizleştirme sonucu yaşanan olgular Almanya’da da yaşandı. Ancak burada Kohl hükümetlerinin 1998’de örgütlü işçi hareketi ve gençlik karşısında gerilemesinden sonra; sosyal demokrat Başbakan Schröder’in Gündem Politikası [Schröder’in “Gündem 2010” adı altında gerçekleştirildiği ve sonra da devam ettirilen karşı-reformlar – ç.n.] Maastricht Antlaşması’nın hayata geçirilmesi için motor rolünü üstlendi. DGB içindeki Alman sendikalarının yönetimleri de buna eşlik ettiler.
  • Bugün “sosyal ortaklar anlaşması” yardımı ile “Avrupa Sendikaları Konfederasyonu” ETUC’un (çoğu zaman ulusal konfederasyonlarla beraber) sermaye ile AB düzleminde pazarlığını yaptığı, yasama ortağı olarak kararını aldığı ve ulusal yasalara tercüme edilen kararların bilançosunu çıkarmak durumundayız. Schröder’in yasaları AB Komisyonu’nun isteklerine oldukça yakındı. Kiralık işçi mevzuatı olsun, kısmi süreli çalışma veya belirli süreli iş sözleşmeleri yasaları olsun; ETUC’un yardımıyla “sosyal diyalog” zemininde yapılan bu düzenlemeler Avrupa çapında kuralsız ve güvencesiz çalışma koşullarını hayata geçirdi. Bunların Almanya’ya yansıması şöyle oldu:

— 1991-1993 arasında Almanya’da 114 bin kişi kiralık olarak çalışıyordu. AB direktifleriyle beraber 2002-2008 arasında bu rakam 715 bine ulaştı ve 2016’da 993 bin işçiyi etkiliyor.

— 2016’da Almanya’da 8,4 milyon işçi kısmi zamanlı olarak çalışıyordu. Çalışan kadınların yüzde 30,2’si kısmi zamanlıydı. 2015’te neredeyse yarısı kısmi zamanlı (yüzde 46,4). Erkeklerde bu oran aynı süre içinde 5 katında çıktı: yüzde 2’den yüzde 10’a.

— 2016’da yeni işe başlayanların yüzde 45’i (yaklaşık 1,6 milyon) belirli süreli bir sözleşme ile çalışıyor. 2015’te bu oran yüzde 41’di. 25-29 yaş arasında bu oran 2016’da yüzde 50 (2015’te yüzde 47) ve 20 yaşındakilerde yüzde 59.

  • Bu kuralsızlaştırma süreci Hartz [Gündem 2010 kapsamında çıkarılan yasalar – ç.n.] yasalarıyla dayatılan sermayenin toplu sözleşmelerden kaçışıyla (o güne kadarki ücret seviyesinin yüzde 30 altına kadar işlerin zorla kabulü) kol kola gitti: 1995’te Batı Almanya’daki işçilerin yüzde 72’si bir işkolu toplu sözleşmesine bağlıydı. 2016’da sadece bu rakam sadece yüzde 51. Doğuda ise toplu sözleşme ile çalışma yarıya düştü: 2/3’ten 2016’da 1/3’e. Yaklaşık 2 milyon “tek başına çalışan” toplu sözleşme korumasından tamamen düştü. Almanya’daki çalışanlar 1995-2015 arasında yüzde 40 gerçek ücret kaybına uğradı.
  • 2015 yılında tüm çalışanların yüzde 22,6’sı düşük ücret sınırının (10,22 avro/saat) altında çalışıyordu. Yaşlılık yoksulluğu patladı: 2016’da 65-74 yaşındakilerin yüzde 11’i (942 bin) bir iş aramak zorunda kaldı. 2006’da bu oran yüzde 5’ti.
  • Bu rejim aynı zamanda 30 Dax [Alman borsa endeksi – ç.n.] şirketine 114,2 milyar avro gelir sağlıyor. Bu rakam borç limiti diktasındaki Alman federal bütçesinin yaklaşık üçte birine denk geliyor.

Bu, ölümcül bir rejim. Robert-Koch Enstitüsü 2014’te Almanya için şu tespiti yapıyor: yoksulluk yükselen bir ölüm riski ve daha kısa bir yaşam beklentisi ile kol kola gidiyor. En düşük gelir grubundaki kadınlar (ortalama gelirden yüzde 60 daha az kazanıyorlar) en çok kazananlardan 8 yıl daha erken; erkekler de on yıl daha erken ölüyorlar.

* * * *

AB’de bankaların kurtarılması için: 2008 ve 2010’da bankalar ve finans sektörü AB devletlerinden 1,6 trilyon avro (AB toplam gelirinin yüzde 13’ü) aldı. (Ek olarak AB devlet yardımlarını kolaylaştırdı.) Zımni destekleri de hesaba katmak gerekir: devletler ve Avrupa Merkez Bankası’ndan gelecek güvenilir desteklere dayanan bankalar, piyasalarda daha rahat spekülasyon yapabildiler. Avrupa Parlamentosu’ndaki Yeşiller fraksiyonunun isteğiyle yapılan bir araştırmaya göre bu zımni destekler yılda 200 ila 300 milyar avroya denk geliyorlar. Ek olarak Avrupa Merkez Bankası’nın 2015’ten beri uyguladığı parasal genişleme politikasıyla 1,4 trilyon avro mali sisteme aktarıldı.

Bizler İtalya, Almanya ve Fransa’daki demokrasi ve işçi hareketlerinin çeşitli akımlarından işçiler, işçi mücadelesi veren insanlarız. Bazılarımız Kasım 2016’da Mumbai’de (Hindistan) düzenlenen Savaşa, Sömürüye ve Güvencesiz Çalıştırmaya Karşı Uluslararası Konferans’ı destekledik, bir kısmımız da ona katıldı. Bugün tespit etmemiz gerekiyor ki: bu sömürü ve güvencesiz çalıştırmanın Avrupası bizim Avrupamız değil.

Bizler İtalya, Almanya ve Fransa’daki demokrasi ve işçi hareketlerinin çeşitli akımlarından işçiler, işçi militanları olarak bu hatta karşı mücadelelere katıldık. Bu mücadele sırasında ülkelerimizdeki işçiler, işçi örgütlerinin her kademesinde zorluklarla ve engellerle karşı karşıya kaldılar, özellikle örgütlerinin tepesindeki bazı kesimlerin AB’nin politikalarıyla mücadele etmek yerine ona “eleştirel” destek vermesi gerçeğiyle karşılaştılar. Bu yüzden biz daha da eminiz ki, bizleri birleştirecek için bir Avrupa konferansı için inisiyatif almamız gerekiyor.

  • Savaşların, hükümetlerimiz tarafından ABD ve NATO’ya biat ederek girişilen Afganistan, Suriye, Irak’taki askeri müdahalelerin Avrupası bizim Avrupamız değil.
  • Yoksulluğun, dikenli tellerle çevrili sınırların, bedenleri Akdeniz’in dibinde yatan binlerce göçmenin, “bizim” hükümetlerimizin savaşları yüzünden ülkelerinden kovulan ve on binlerle Avrupa’ya itilen göçmenlerin Avrupası bizim Avrupamız değil.
  • Sözde “Avrupa Sendikaları Konfederasyonu” ETUC’un işçi düşmanı planların ve direktiflerin uygulanmasında Avrupa Merkez Bankası’na payandalık yaptığı Avrupa bizim Avrupamız değil.
  • Avrupa Merkez Bankası’nın her yıl milyarlarca avroyu, avronun desteklenmesi için piyasalara aktardığı ve böylelikle milyonlarca insanı yoksulluğa ittiği; kapitalistlere ve bankacılara işçilerin üzerinden her gün daha fazla kâr elde etme imkanı veren Avrupa bizim Avrupamız değil.

İşçi ve demokrasi hareketinden işçiler ve militanlar olarak bizler enternasyonalistiz. Tüm Avrupa işçileri sınıf kardeşlerimizdir. Biz bugünkü AB içinde olsun olmasın herkese açık bir Avrupa istiyoruz.

Brexit oylamasının ardından yarın AB dışında olacak olan İngiliz işçi sınıfına sesleniyoruz: sizler yine de bizim eşit sınıf kardeşimizsiniz. Doğu Avrupa’daki AB üyesi olmayan işçiler; sizler bizim kardeşimizsiniz, tüm emekçilerle eşit haklara sahipsiniz.

Bizler sınırlar ve sınırlamalar olmaksızın işçilerin ve demokrasinin Avrupasını istiyoruz. Bizler özgür halklar, uluslar ve özgür işçilerin gönüllü birlikteliğini istiyoruz.

Bu yöndeki ilk adım Avrupa Merkez Bankası ve kapitalistlerin çıkarları için işçi haklarına saldıran tüm antlaşmaların iptalidir. Bu yöndeki ilk adım Maastricht Antlaşması’nın (ve onunla bağlantılı tüm antlaşmaların) iptali, halkları boğazlayan ve öldüren bu Maastricht AB’sinden ve Avrupa Merkez Bankası’ndan kopuştur.

Kopuş yoluna girmemenin sonucu Yunanistan örneğinde açıkça bellidir. Bugün Yunanistan’da yaşananlar Avrupa’nın tüm ülkelerini ve işçilerini tehdit etmektedir.

Tüm Avrupa halkları ve işçilerinin sınırlar ve sınırlamalar olmaksızın özgür birlikteliği için!

İşçi haklarının ve demokrasinin Avrupası için!

Maastricht ve Avrupa Merkez Bankası diktasından kurtulmak için!

Bu yolda nasıl adım atabileceğimizi özgürce tartışmak için bir Avrupa İşçi Konferansı’nın toplanmasını öneriyoruz.

Bu çağrıyı ilk imzacılarından olarak destekleyin:

    [Avrupa Konferansı Çağrısını ilk imzacılar listesi ile birlikte İngilizce olarak ya da Almanca olarak okuyabilirsiniz.]

    Savaşa, Sömürüye ve Güvencesiz Çalışmaya karşı Mumbai’de (Hindistan) yapılacak bir Dünya Konferansı için çağrı

     

    Sevgili yoldaşlar,

    Bu yıl 2 Eylül’de Hindistan’da emekçi kitlelerin mücadele iradesini gösteren 150 milyon kişinin – örgütlü olunan sanayideki, örgütlü olunmayan işkollarındaki ve tarımdaki işçilerin- katıldığı başka bir genel greve tanıklık ettik.  

    Bu grev 1991’de başlayan, en düşük aylık ücretin 15.000 Rs (250 dolar) olması, sağlık sigortası, emeklilik ve benzeri talepleri olan; sözleşmeli çalışma sistemine, özelleştirmeye ve iş kanununda kapitalistlerin lehine değişikliklere karşı olan genel grevlerin devamıydı.

    Amerikalı işçiler saatlik ücretin 15 dolar olmasını talep ediyorlar. ABD ve Avrupa’daki işçiler iş kanunlarının geriletilmesine ve kemer sıkma adına sosyal güvenlikteki kısıtlamalara karşı çıkıyor. Sömürenlerin küresel gündemi, ilerleme ve yapısal uyum adına 85 kişinin dünya zenginliğinden, çokuluslu ortaklıkların elindeki üretim ve kapitalin üçte birinden yararlanmasıyla sonuçlanan akıl almaz bir eşitsizlik ortaya çıkardı.

    Hindistan’dan bazılarımız İşçiler ve Halkların Uluslararası Bağlantı Komitesi’nin (ILC) Barselona, Paris, San Francisco, Madrid ve Berlin’de düzenlediği Açık Dünya Konferanslarına katılma fırsatına sahip olduk. ILC’nin de içinde yer aldığı “Savaşa ve Sömürüye karşı” gündemli son konferans 2010’da Cezayir’de gerçekleşti. Bu konferanslar işçileri bir araya getiriyor, deneyim alışverişleri yeni bir canlılık ve ilham sağlıyor. Bu konferansların amaçlarından biri de uluslararası işçi hareketinin, işçi sınıfının bütün politik eğilimlerini kucaklayan Uluslararası İşçi Birliği I. Enternasyonal çizgisinde inşası için çabalamak.  

    Yaşanan olaylar, Cezayir’de yapılan Açık Dünya Konferansı’nın ortaya koyduğu “Savaş ve Sömürü” gündeminin her zamankinden çok daha fazla yerinde olduğunu bizlere kanıtladı. Emperyalist askeri şiddetin katmerlenmesi Orta Doğu’da, Afrika’da ve Asya’daki halkların trajedisine yol açtı. Aynı zamanda, Avrupa Birliği’nin kanlı politikaları Yunanistan’daki krizi ortaya çıkardı. Bütün kıtalar –Suriye’de, Brezilya’da, Ukrayna’da, Çin’de neler olduğuna bir bakın- bir dünya krizine sürüklendi.

    all-india-general-strike-2nd-september-2016

    Hükümetin işçi sınıfı düşmanı korporatist politikalarına karşı genel grev çağrısı

    • Savaş ve yıkım bütün dünyada sürüyor. Gerçek şu ki üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet sistemi insanlığı barbarlık felaketine doğru sürüklüyor.
    • 25 yıl önce bizler birinci Irak savaşının arifesindeydik. O günden bugüne savaş hiç son bulmadı.

    11 Eylül 2001’den sonra emperyalist politikalar bütün halklara karşı saldırıda bir adım daha ileri gitti; 11 Eylül sonrasında bunun Amerikan Başkanı Bush “askeri olduğu kadar ekonomik, sosyal ve politik anlamda bütünlüklü bir savaş” olacağını ilan ediyordu.

    • 25 yıl önce Sovyetler Birliği rejimi çöktü –Dünya Konferansı çağrısının imzacılarının tabii ki bu durumun sebepleriyle ilgili çeşitli analizleri vardır. Yöneten sınıfın yanı sıra işçileri savunduğunu iddia eden birçok önderlik tarafından da kapitalist sistemin ve üretim araçlarının özel mülkiyetinin “aşılamaz bir ufuk” halini aldığını ve “tarihin sonuna” ulaştığımızı; işçi örgütlerinin biricik görevinin NGO’laşmak, sisteme “insani bir yüz” edindirebilmek için ona entegre olmak olduğunu söyleyen konuşmalar duyduk.

    Kapitalist barbarlığa karşı “hiçbir alternatif gelecek” olmadığı gerekçesiyle, işçiler tarafından kendi çıkarlarını savunmak amaçlı inşa edilen örgütler, 150 yıllık demokratik ve işçi kazanımlarını parçalayan yapısal düzenleme planları ve karşı-reformlarda görev almak için her yerde göreve çağrıldı.

    • Fakat olaylar 25 yıllık “tarihin sonu” iddialarını boşa çıkardı. Olaylar, sınıf mücadelesinin tarihin yürütücü dişlisi olmaya devam ettiğini gösterdi.

    Sınıf mücadelesi, işçilerin kendilerini bir sınıf olarak bir araya getiren şeyleri; kazanımlarını ve işçi sınıfının en temel örgütü olan sendikalardan başlayarak örgütlerini savunmayı gerektirir. Sömürünün ihtiyacı, her yerde – rekabet adına – emek maliyetlerinin düşürülmesini zorunlu kılıyor. Diğer bir deyişle, toplu sözleşmelerin ve kolektif hakların temeli; güvencesiz işler, sözleşmeli çalışma ve iş hukukunun yıkımının yaygınlaştırılmasıyla tehdit ediliyor.

    • Son on yıldır ILC konferansları ve diğer inisiyatifler üzerinden uluslararası düzlemde birlikte mücadele edenler olarak, bir kez daha savaşa karşı barış için mücadele etmenin işçi hareketinin görevi olduğunu iddia ediyoruz.
    • 2015 yılı biterken ve Filistin halkı işgal ve baskıya maruz kalmaya devam ederken savaş dünyada, Libya’da, Irak’ta, işgal altındaki Afganistan’da, Suriye’de hâkimiyetini genişletiyor. Binlerce insan anayurtlarını terk etmeye zorlanıyor ve başka ülkelerde en kötü koşullarda göçmen haline geliyorlar.

    Afrika genelinde ve bütün dünyada savaşlar ülkeleri parçalıyor. Savaş artık sivillerin zarar gördüğü bombalı saldırılarla emperyalist ülkelerin kendilerinin karşısına çıkıyor.

    Bütün ülkelerde acımasız saldırılar kuralsız çalışmayı başlattı, işçi sınıfını kolektif haklarından yoksun bıraktı. İşsiz sayısı durmaksızın yükseliyor.  

    • Halklar bu saldırılara karşı ayağa kalkıyor:

    – Yunanistan’da ve Avrupa’nın tamamında işçi kitleleri seferberlik halinde, Hindistan’da tarihsel büyüklükte genel grevler, Güney Afrika’da madenci ve gençlerin kitlesel seferberliği, Çin’de işçi grevleri…

    – Her yerde gündemdeki mesele, sömürüye karşı savaşın bir ihtiyacı olarak işçi sınıfının örgütlerinin bağımsızlığı için mücadeledir.

    – Savaşa karşı barış için ve ulusların savunulması için mücadele her zamankinden daha fazla işçi sınıfının elinde.

    Yükselen barbarlık karşısında, işçi sınıfının tarihsel rol üstlenme ve gençlere, köylülere ve baskı altındaki halka liderlik etme görevi her zamankinden daha fazladır. Bu amaçla, gerek uluslararası gerekse ulusal düzeyde sınıfının devletlerden, yönetici sınıftan ve uluslararası kapitalist kurumlardan bağımsızlığını savunmak zorundadır.

    Genel anlamda emeğe yönelik saldırı, sendikaların ve sendikal hakların marjinalleştirilmesi, büyüyen işsizlik ve güvencesiz çalıştırma, emek yanlısı yasaların yok edilmesi dünya çapında işçileri bir yanıt vermeye çağırıyor. Yakın zamanda Hindistan, emek maliyetinin düşürülmesi deneyinde ve sömürünün şiddetlendirilmesinde bir laboratuvar haline geldi.

    Savaşa, Sömürüye ve Güvencesiz Çalıştırmaya karşı bir Uluslararası Konferansın Hindistan’da yapılmasının gerekliliğini fazlasıyla hissetmemizin nedeni bu. Böyle bir konferans işçi sınıfının gelişen uluslararası dayanışmasında, Hindistanlı kitlelerin mücadelesine muazzam bir ivme kazandıracaktır.

    Konferans hazırlığında, bu göreve aday herkesin içinde olacağı bir hazırlık komitesi kurulması elzemdir.   

    Konferans tarihine ilişkin son karar, çağrımızın ulaştığı sendikalardan ve işçi militanlarından, işçi sınıfının politik örgütlerinden ve dünya çapında ilgili bireylerden gelecek imzalara bağlı olarak alınacaktır.  

    Sizleri çağrımızı imzalamaya ve aynı zamanda her nerde olursa olsun sendikal hareketteki arkadaşlarınızdan konferans için destek almaya ısrarla davet ediyoruz.

    En iyi dileklerimizle,

     

    Vasudevan/Franklyn D’Souza

    Ortak Çağrıcılar, Dayanışma Komitesi Sendikası (TUSC)

    Mumbai

     

    A. Patil

    Başkan-Sarva Shramik Sangh

    Başkan-Yeni Sendika İnisiyatifi-Maharashtra State

    Mumbai

     

    Milind Ranade

    Genel Sekreter-Kachra Vahatuk Shramik Sangh (KVSS)

    Mumbai

     

    Deepti Gopinath

    Genel Sekreter- Hindistan Havayolu İşçileri Sendikası

    Mumbai